Pertevniyal Lisesi’nden mezun olduğu yıl sahaf çıraklığına başlıyor İşli, eski kitap ve efemera toplamaya da başlıyor, Sahaflar Çarşısı’nın simalarından biri oluyor. İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdikten sonra yüksek lisansını da aynı üniversitede yapıyor, sonra gelsin koleksiyonlar, gitsin sergiler. Kurduğu Sahaf Turkuvaz’da eski kitap alım-satım işlerini sürdüren İşli’nin Cumhuriyet‘te yazmışlığı da var, eline geçen nadir malzemelerin hikâyelerini anlatıyor, unutulmuş metinleri günümüze kazandırmaya çalışıyor. Derya deniz hikâyelerinden bir kısmı bu kitapta, çok ilginç bilgiler var. Dört bölümün ilki “Mazruf”, yazarların ve düşünürlerin sahaflara düşmüş eşyalarından çıkan dikkat çekici belgelerden oluşuyor. İmnülemin Mahmud Kemal Bey’in evraklarından çıkan şiir örneğin, Orhan Veli için yazılmış. Kemal Bey modern şiirden hiç hazzetmezmiş, dalgaya alırmış hatta. İlginç bir şekilde Orhan Veli’nin ölümünden sonra bir şiir yazmış, son iki dize şöyle: “Yazdılar târîh-i lafzı serhoşân / İçdi içdi sıçdı Orhan cânına” (s. 17) Hasan Âli Yücel’in Nahid Sırrı Örik’e yazdığı iki mektup da hoş, ilkinde Yücel Kıskanmak‘ı okuyacağını söylüyor, ikincide Örik’i pek sevdiğinden bahsediyor. Bir tek soyadını beğenmiyormuş, Örik neden bu soyadını aldığını anlatırsa sevmeye başlayabilirmiş. Bir de Örik’in vefatından sonra Yücel’in yazdığı bir yazı var, çeviri işleri hızla ilerlerken Alâettin Gövsa’yla Örik aynı odada çalışırlarmış, “sesi mizacı gibi hanımlaşmış bir tonda” olan Örik, ağır işiten Gövsa’yla iletişim kurmak için cıyak cıyak bağırırmış, Gövsa da bağırırmış, en sonunda ayırmışlar odaları. İkisi de birbirini çekiştirirmiş, Yücel bu iki has insanın o güzel konuşmalarını dinleyebilmek için bu çekiştirmeleri beklermiş. Sonrasında Örik’in yabancı dil bilgisinden, hoş arkadaşlığından bahsediyor Yücel, incelikli bir şekilde anlatıyor. İşli’ye göre bu kadar incelikli bir yazıyı kaleme alacak bir bürokrata günümüzde rastlamak çok zor, başka bir yerde daha benzer bir şey söylüyor, devlet adamlarının höt höt şeklindeki açıklamalarından şikayetçi. Kim şikayetçi değil ki, vasatlıktan kırılıyorlar resmen. Neyse, çok ilginç bir hikâye daha var, Feridun Fazıl Tülbentçi’nin Ankara Radyosu’ndaki programında yaptığı bir konuşma var, 1914’te Kahire’ye doğru yola çıkan ve uçaklarının düşmesiyle vefat eden iki pilotla ilgili. Bu yayın Selanik’e kadar ulaşıyor, Kastamonulu bir göçmen olan Menelaos Cosmidis’e kadar. Cosmidis bir mektup yazıyor, “‘Geçmişde Bugün’ Bey Efendiye” hitabıyla, programın adından ötürü. 1914’te on dört yaşında bir öğrenci Cosmidis, Kastamonu Sultanisi’nin birinci sınıfında. Gazetedeki kara haberi ve pilotlar için yazılan şiiri okuyor, şiiri ezberliyor, sınıfta okuyunca öğretmeni üzülüyor ve memnun oluyor, taltif ediyor öğrencisini. Yirmi altı sene sonra bu olayı anlatıyor Cosmidis, onca sene geçtikten sonra ilk kez eski hurufâtla yazdığı mektupla. Cahit Sıtkı Tarancı’nın Tülbentçi’ye yazdığı mektup var, dönemin edebiyat çevresini anlatıyor Tarancı, sanatçıların hangi ortamlarda takıldıklarını görmek isteyenler için süper kaynak. Örik’in bir mektubu, patronu Şevket Rado’ya. Sömürülmemek için elinden geleni yapıyor Örik, İşli’ye göre edebiyat dünyasında pek bir şey değişmediğinin kanıtı bu mektup, zira patron yazı istiyor, metin istiyor, Örik hasta olmasına rağmen işleri yetiştirmeye çalıştığını anlatıyor ama sağlığı o kadar bozuk ki bir süre sonra vefat ediyor. Yokluk içinde öldüğünü okuduğumu hatırlıyorum bir yerde, bu mektupta ne kadar zor durumda olduğu görülebilir. Abdülbaki Gölpınarlı’nın bilinmeyen bir kitapçık-eseri de dikkat çeken belgeler arasında, İşli yayın arkeoloğu gibi çalışarak kaynaklarda geçmeyen metinlerin akıbetlerini araştırıyor, bazen şans eseri denk geliyor, kayıp veya gözden kaçmış metinler hakkında bilgi veriyor, çok iyi. Yeni Kitapçı bahsi de kültür dünyamızın çoktan kaybolmuş kurumlarından birini aydınlatıyor. Sertellerin işlettiği kitapçıya Nâzım Hikmet’le birlikte şiir kitabı çıkaran Nail Çakırhan yönetici oluyor, kitap kiralama sistemiyle birlikte kalabalıklaşan mekânda Abidin Dino, Necip Fazıl, Mina Urgan gibi değerli insanlarla kültürel bir ortam oluşturuyor. Üç yıl orada çalışıyor, ardından mimarlık zamanları geliyor. Önemli biri Çakırhan, biraz araştırırsanız eserlerini görebilirsiniz.
İkinci bölüm “Kitaphane”, toplatılan ve kapatılan ilk dergi olan Cüzdan‘la başlıyor. Ebüzziya Tevfik’in tek bir sayı çıkartabildiği bu dergi, okurlardan gelen tepkiyle dağıtımının ikinci günü toplatılıyor, sonra kapatılıyor. Bunlara sebep Doktor Aziz Bey’in bir yazısında halkı eleştirmesi. Bilimin ve eğitimin ışığından faydalanmayan insanlar hacı hoca tayfasından, müneccimlerden medet umuyorlar, bunu eleştiriyor yazar. 1873’te oluyor bu, ardından II. Abdülhamit’in baskıları iyice artıyor, Halid Ziya’nın tefrika edilen metni iyice kuşa döndüğü için bir noktada kesiyorlar mesela, büyük sıkıntı. Ardından Nâzım Hikmet geliyor yine, İşli’nin ilgi alanı. Taranta-Babu’ya Mektuplar‘ı Londra’da Halide Edip İngilizceye çeviriyor, İskenderiye’de Seyyit Bey diye biri Arapçaya çeviriyor, Atina’da Papazoğlu diye biri Rumcaya çeviriyor ama bu çeviri metinler hakkında başka bir bilgi yok. Tamamlandılar mı, basıldılar mı, bilinmiyor. Bu metin Hikmet’in Batı’da yayımlanan ilk eseri, Aragon’un editörlüğünü yaptığı bir dergide, 1936’da Fransızca bir çevirisi yayımlanmış. Türkçe metinlerden bazıları da kayıp, Memet Fuat bazı bilgiler veriyor ama şiirdir, kitaptır, yazıdır, bazıları kayıp. Basılacağı söylenmiş ama basılmamış, bir şeyler olmuş. İşli bir şeyler öğrenirse meraklılarına duyurur zannediyorum. Bunların yanında kent rehberleri, uzun süre geçtikten sonra keşfedilen metinler anlatılıyor, ben Nur Baba‘nın olayını anlatıp bu bölümü bitireyim. Yakup Kadri bu metni yayımlattıktan sonra Bektaşilerden tepki görüyor, kitabına bir giriş bölümü yazarak metnini savunuyor. Sonra Kaygusuz Baba küçük bir kitapçık yazarak Yakup Kadri’yi yeriyor, Yakup Kadri ikinci bir yazı yazmak zorunda kalıyor. Aslında Bektaşiliği aşağılamak gibi bir derdi yok, yozlaşmış din adamlarını eleştiriyor, yoksa kendi yaşamında bile, hatta ölümünde bile bağlı olduğu dergâhın ilkelerine bağlı kalmak istemiş. Öldükten sonra gayet sade bir mezarlığa gömülmek istemiş örneğin, öyle şatafatlı törendir, mezardır istememiş. Eşine kalsa isteklerinin tam tersi yapılacakmış, büyük bir olaya çevirmek istemiş eşinin vefatını ama Yakup Kadri’nin arkadaşları engel olmuşlar. Gösterişsiz bir mezara konmuş Yakup Kadri, istediği gibi.
“Portre” bölümünde edebiyat dünyamızın orijinal insanları var, Neyzen Tevfik mesela. Hastane günlerinden bahsediliyor, rakıyı bırakmasını söyleyen doktoru dinlememiş, birkaç ay sonra da doktorun karşısına sapasağlam çıkmış ama rakıyı fazla kaçırdığı bir gün fenalaşmış falan, böyle şeyler. Hüsamettin Bozok’un Yeditepe‘si var, bir dönemin şairlerinin ilk kitaplarını bastığı için önemli bir yayıncı Bozok. Reşat Ekrem Koçu’nun kitapları, Sami Paşazade Sezai’nin hayatı, Hakkı Tarık Us’un gazeteciliği onlardan geriye kalan belgelerle anlatılıyor. Son bölüm “Efemera”, eşyalara odaklanıyor İşli. Telefonun Osmanlı’ya gelmesiyle birlikte kullanım kılavuzları çıkıyor ortaya, kitaplar yazılıyor, telefonda konuşma kaideleri falan var, ilginç şeyler. II. Abdülhamit uzunca bir süre istememiş telefonun yaygınlaşmasını, fısır fısır konuşan düşmanlarının kolaylıkla iletişim kurmasına engel olmaya çalışmış. Ekslibris başlığı da dolu dolu, Orhan Duru’nun ve pek çok sanatçının ekslibrislerine yer verilmiş. Daha da birçok şey var, çok iyi bir çalışma bu, sağ olsun İşli.
Cevap yaz