Karabibik uzun öyküyse Küçük Paşa edebiyatımızın ilk köy romanı, yerel konuşma biçimlerini olduğu gibi aktaran ilk metin, 1910’lu yıllarda Anadolu’nun durumunu anlatan en kapsamlı romanlardan biri, böyle gider. Metnin sonunda ünlü eleştirmenlerin yorumlarından birkaç bölüme yer verilmiş, Fethi Naci’nin eleştirilerinin eleştirisini yapmak lazım. Naci’ye göre bu eseri okumaya değer kılan tek yan geçtiğimiz yüzyılın başındaki Türk köyü ve köylüsü üzerine gözlemler, ayrıca köylü ağzını kullanmak ilginç bir çabaysa da fazla bir şey katmıyormuş romana. Öncelikle o tek yandan daha fazlasının olduğunu söylemeliyim, Tepeyran’ın didaktizme kaymadığı bölümlerde anlatış biçimi, benzetmeleri, uzunlu kısalı cümleleri gayet estetik, psikolojik tahlilleri kuvvetli, tekrara düşmediği zaman gayet edebi bir anlatım kuruyor yazar. Köylülerin konuşmaları romana çok şey katıyor ayrıca, o zamana dek konaktır, hizmetçidir, kentlidir, bunların etrafında dönen romanlara sağlam bir alternatif sunuyor Tepeyran, yerellik olmasa aynı tarifeden yazmaya devam ettiğini söyleyebilirdik. Alışkanlık belki, arada sırada köylülerini şehirli gibi konuşturduğu, düşündürdüğü de oluyor ama 1900’lerde yazılan bir roman bu, tarihi düşündüğümüzde iyi bir roman olduğunu söyleyebiliriz ki bugün de keyifle okunur. Gerçi keyifle okunmaz, evladımız Salih’in başına gelenleri okudukça sinirler bozulacak, eller titreyecek, insanlık sorgulanacak. Tepeyran kırsalın durumunu anlatırken Osmanlı’nın köylünün başına nasıl çöktüğünü de gösterecek, böylece köylülerin gaddar, acımasız, iki lokmaya muhtaç halleriyle devletin eylemleri arasında bir bağlantı kurabileceğiz. Yaşamaya devam edebilmek için kendini taş gibi sertleştiren insanın vicdanını sorgulayacağız, dönemin koşullarıyla ilgili birçok veri elde ettikten sonra durumu değerlendirmek kolaylaşacak. Tepeyran’ın kuru kuruya yazmadığını da göreceğiz, ilk bölümde Anadolu’daki bir köyden bahseder: “Bir buçuk yıl evveline kadar müstebit hükûmetin asker almak, vergi tarh ve tahsil etmek lâzım geldikçe hatırladığı köylerden biri.” (s. 11) Yoksulluk bile lüks, bir sonraki bölümde köyün uzun uzun betiminden sonra iki devlet memurunun şıkır şıkır gezen çocuğu görmeleriyle kadraja Salih girer, adamlardan birine göre İstanbul’dan geldiği sırada oldukça kurumlu olan Salih’in tüyü tozağı dökülmüştür, yaşamdan bezmişçesine köyü dolanmaktadır. Bu da bir ânın anlatımı, daha da geriye gidersek üçüncü bölümle birlikte esas hikâyenin başlangıcındayız. Mutasarrıfa gelen telgrafta İstanbul’daki bir ailenin Selime adlı bir köylüyü ivedilikle çağırdığı yazmaktadır. Paşa’nın torunu Haldun için sütanne lazımdır, eşi Ali’nin vasıtasıyla Selime’ye vazife çıkmıştır. Yeni doğan oğluyla birlikte yola çıkar, konağa ulaşır ve Haldun’u doyurmaya başlar. Konağın hizmetçileri, mürebbiye, kim varsa Selime’nin ilginç ve doğrudan konuşmalarını sever, kadının içi dışı birliğinin karşısında herkes etkilenir. Paşa’nın eşi ve çocukları biraz mesafeli dursalar da Paşa’ya göre kadın kusursuzdur, oğlu tatlıdır, hayat güzeldir. Sonra istibdatla ters düşer herhalde, doğuda bir yere tayini çıkar, bu kısım karanlık. Evden uzaklaştığı sürede Salih evdekilerle sıcak ilişkiler kursa da Paşa’nın eşiyle arasında soğukluk vardır, Paşa gitmeden önce Salih’i kendi öz oğlunun yerine koyduğu için kadın hemen kin tutar ve zamanı gelince oğlanı evden şutlar. Selime ve Ali çocuğu bırakıp köye dönmüştür çoktan, Paşa da hastalık kaparak döndükten kısa süre sonra hayatını kaybeder ve Salih’i kollayacak kimse kalmaz. Paşa’nın eşi Nüzhet Hanım hemen harekete geçer ve çocuğu köyüne yollar, hizmetçilerinin yalvar yakar ricalarını ağızlarına tıktıktan sonra çocuğun yanına paşalık kıyafetini vererek trene bindirir, bir daha geri dönmemesini söyler. Salih ve hizmetçiler ağlaşırlar, bir daha görüşemeyecekler.
Feneryolu ve Bostancı istasyonlarını görünce Memleketimden İnsan Manzaraları‘na benzer bir anlatı çıkar mı ortaya diye bekledim ama olmadı, bir anda Eskişehir’e atladık ve yola devam ettik. Köy yaklaştıkça medeniyet azaldı, görülmez oldu. Eşek sırtında köyüne varan Salih’i Ali karşıladıktan sonra hikâyenin köy kısmına geçtik bu kez, çocuğun acı dolu yaşamı başladı. Ali isimsiz bir mektupta yazanlar yüzünden Selime’yi boşadıktan sonra Haçca’yı almış, iki de çocuk yapmışlar, Salih üçüncü çocuk olarak geldiği ve sandığından da pek işe yarar bir şey çıkmadığı için Haçca’nın tepkisini çekiyor hemen. Ali umursamaz, Haçca da katı yürekli olduğu için çocuk başlarda belli belirsiz bir eziyet görse de Ali’nin askere alınıp Yemen’e yollanmasıyla Haçca iyice zıvanadan çıkıyor ve çocuğu köle gibi çalıştırmaya başlıyor, kendi çocuklarını kayırıp Salih’i aç bırakıyor, tezek toplattırıyor, akla gelecek her işi çocuğa iteliyor. Salih’in yaşamdan ağır ağır kopuşunu görüyoruz, yakınlardaki bir köyde yeni eşiyle yaşayan annesi Selime’yi ziyaret ettiğinde bütün umutları yok oluyor, annesi de ayrı bir cehennemde yaşadığı için kurtuluş yok. Paşa kıyafetleriyle dolanan bir çocuk. İstanbul’u özlediği zaman burnuna gelen dışkı kokularını duymaz oluyor, hayaller kurarak hayatta kalmaya çalışıyor ama gücünün tükeneceği zaman geliyor nihayet. Tam da o gece Nüzhet Hanım uykusundan haykırarak uyanıyor, ikinci eşinin yardımıyla kendine gelir gibi olsa da gördüğü kabusun etkisinden çıkamıyor bir türlü. Rüyasında odasına ansızın dalan Paşa çok kızgın, Salih’in başına gelenleri haykırdıktan ve kadını suçladıktan sonra ortadan yok oluyor, kadın sinir krizleri geçirirken çocuğu yolladığı için pişman oluyor ve hemen telgraf çektiriyor, geç kalmadığını umuyor ama, eh, zaten sonu başından belli, Salih’in kısa süre önce öldüğü haberi geliyor hemen. Bu son kısım da çok aceleye gelmiş, Tepeyran biraz daha uzatıp detaylandırsaymış daha iyi olurmuş, tutarlı bir şekilde ilerleyen anlatı bu son noktada zurnanın zort dediği yerde bitiveriyor.
Yazarın araya girerek bir şeyler öğretmeye veya göstermeye çalıştığı yerler: Ali’nin Yemen’e gitmesi başlı başına problem. Askerlik hiç bitmiyor, her an sefer emri gelebilir ve tarladır, hayvandır, her şey ortada kalır, adam cepheye yola çıkar çıkmaz bütün sorumluluk muinlerdedir. Bu zamansız askerlik bir yana, köylü zaten çok zor durumda olduğu için geride kalanlardan sorumlu olan muinlerin de durumu iyi değilse açlık başa bela olacak demektir. İyi kurulmamış adalet sistemi de eleştiriliyor, çok yaşlı bir adamı cepheye götürmeye çalışan subaya kanunların açık olmadığını söyleyen muhtar bir temiz azar yiyor, Murtaza’nın verdiği gibi cevapları işittikten sonra da gönderiliyor oradan. Sonra bir köy güzellemesi geliyor, şehirdekilerin aksine köylülerin eli açık olduğunu dile getiriyor anlatıcı, şehirlerde evsizler ve açlar çokken köylerde hiç yok, herkes elindekini avucundakini paylaşıyor çünkü. Elde olanı paylaşıyor daha doğrusu, pek de bir şey yok ya. Bir ekmeği ona bölüp yemek öldürmüyor, yaşatmıyor da.
En başta Oktay Akbal’ın giriş yazısı çok önemli, dedesi Tepeyran’ın metni sadeleştirmeye yanaşmadığı dönemi anlatıyor Akbal. O sıralarda Tepeyran milletvekili, iyi bir para verip torununa daktilo aldırıyor ve metin üzerinde oynamalar yapıyor, kurguyla ilgisi olmayan eşsiz gözlemlerini çıkarttırıyor ve son versiyonun basılmasına karar veriyor. Üçüncü baskı bu, daha hacimli, kesik yememiş ilk baskıyı da görmek isterdi şu deli gönül. İlginç, muhtemelen Tan Baskını sırasında müsveddeler zarar gördüğü için roman hemen basılamıyor, sonradan dağıtımcı iflas ediyor, bir şeyler oluyor, Tepeyran metnin yanlışlarla dolu baskısını gördükten sonra ölse de yeni halini eline alabildiği için teselli bulmuş.
Dikkate değer, okunması gereken bir metin. Dili sadeleştirilmiş olsa da o dönemin Osmanlıcası kanlı canlı, yerel sözcükler de hoş.
Cevap yaz