Hoffmann’ın en büyük eseri, magnum opus, Alman Romantizmi’nin tapusu değil de dayanaklarından biri, müzikten edebiyata o dönemin sanat anlayışına dair dizin nevinden kurmaca, insanın iyilik-kötülük tasnifi, yaratıcı ruhların sancı kaydı, gerçek yaratıcılığın neliği, pek çok şey bu metin. Jeremy Adler’ın önsözüyle metni çarpıştırınca Hoffmann’ın niyeti belli oluyor da çarpıştırmadan bakalım bir: “Yayıncının Önsözü” bölümünde yayıncı bir arkadaşının teslim ettiği bu metnin Murr isimli bir kedi tarafından yazıldığını duyunca şaşırmış, yayınevinin yazarları arasında hiç kedi olmadığı için basmaya karar vermişler. O ne, işlem sırasında Murr’un yazdığı bölümlerin yanında orkestra şefi Johannes Kreisler’in biyografisinden parçalar olduğunu görmüşler, Murr o matbu kitabı orasından burasından parçalayarak altlık veya kaplama olarak kullanmış! İki metinden parçalar gayet düzenli, ardışık bir şekilde sıralanmış, Murr sağlam pastişçi veya gerçekten şapşal ama bu ikinci ihtimal zayıf, çoğu mühim metni yalayıp yutan dâhi bir kedinin hata yaptığını düşünmek Murr’a haksızlık. Sonuçta iki ayrı çizgi halinde ilerleyen anlatıların yaklaştığı noktalar var tabii, Murr’un sahibi Üstat Abraham’la Kreisler arasındaki hoca-talebe ilişkisi bir açıdan baba-oğul ilişkisini de andırıyor, Abraham kedisini Kreisler’e emanet edecekken sonlanıyor metin. Adler bu iki çizginin biçimce farklılığına değiniyor, Murr’un kısımları kronolojik bir yapıya sahipken Kreisler’ınki çember çiziyor, şefimiz ortadan kaybolduğu sırada Abraham’ın evine gelen Murr’un Kreisler’le ilişkisi hemen hiç yok. Hoffmann kendini aslında Kreisler’la karakterize etse de Murr’la da çok şey paylaşmış, örneğin 1850’lerdeki Alman kulüplerinin olumsuz havasını kedi köpek çeteleriyle sembolize etmiş, aşkı sevdayı yine Murr üzerinden göstermişse de Kreisler’in yaşantısında da izler var kendi yaşamından, neyse, Adler’e bakmıyorduk. Sonuçta yazarın önsözü de metne girmiş ve yayıncı bir not daha düşmüş altına, felaketmiş, yazarın gizlenmesi gereken önsözü de basılmış. Yani bu tarafta mantık aramayacağız ya da Murr’un matbaayı basıp son bir ek kattığını, yayıncının da eki çıkarmadan kendi notunu eklediğini düşüneceğiz. Eşelemeyelim, Murr’a bakalım. Kendisi bilinmez kudretten, manevi güçten mustarip diyemeyiz, öyle doğmuşsa bilinçle ilgili bilmediğimiz bir şeyler vardır ki Murr’a göre kim bilinci bildiğini bildirmiştir, bir kedinin insan bilincine sahip olmayacağını kim söylemiştir, her şey olabilir. Köpekler de bilinçlidir ama onlarınki insanlar tarafından biçimlendirilmiştir, bu yüzden entelektüel uğraşları kısıtlıdır, sahiplerinin dediklerini yapmak öncelikleridir. Murr ahlakî eğitimiyle birlikte fiziksel eğitimini de birlikte götürür, atlayıp zıplamayı öğrenir, sonra şans eseri Abraham’ın kucağına düşer ve evin gediklisi haline gelir. Kütüphaneye dadanmasıyla birlikte bambaşka bir hayat başlayacaktır önünde, sular seller gibi okur, sonra pati alıştırmalarına başlar ve kalem tutmayı başarır, yazdığı şiirlerle arkadaşlarını ve flörtleştiği kedileri etkileyecektir çok sonra. Eh, eleştirilmekten ölesiye korkmaktadır, belki de bu yüzden okuduğu pek çok yazardan (ç)alıntı örnekleri sunar ki yayıncı araya girme ihtiyacı hissetmiş, neyin nereden aparıldığını söylemek zorunda kalmıştır. Shakespeare’den, Ovidius’tan çorlamalar Hoffmann’ın esinlenme ve özgünlükle ilgili görüşleri için araçtır, Murr bu cebellebelerden şöyle bir bahsedip geçse de mevzu Kreisler’la Abraham arasındaki bir sohbette genişleyecek, gelenekten beslenmeyen bir sanatın özgün metinlerle zenginleşemeyeceği fikri ortaya çıkacaktır. Bölümler arasında böyle paslaşmalar vardır ama arka arkaya gelmez, baştaki bir mevzuya hikâyenin sonlarında denk gelebiliriz, belli bir düzen yoktur. Bunun dışında bazı paralellikler göze çarpar, örneğin Kreisler bir yerde ölümden döner, kendisine ateş eden adamı öldürüp arazi olur ve bir manastıra kapanıp sanatla ilişkisini keser. Murr da diğer kedilerle ilişki kurarken sanatını unutacak, onlar gibi aşağılık olmaya çalışacak, sonra aynada kendisiyle yüzleşince tekrar sanatıyla uğraşmaya başlayacaktır. İki karakter de toplumsal bağlarından kurtularak kendileri olmaya karar verirler, Hoffmann’ın hakimlik kariyerinin zirve noktasında eşitlikten şaşmadığı için iktidarın sillesini yiyip yine de bildiğini okumasıyla birlikte değerlendirebiliriz bu çalkantıları.
Kreisler’e bakalım, çocukken Abraham tarafından keşfedilmiş ve müzisyen olarak yetiştirilmiştir. Orgu, üf, çok iyi çalar, orkestra yönetir, beste yapar, aşırı romantiktir hatta kendi çağının bir parodisine dönüşecek ölçüde romantiktir. Abraham’ın üstat olarak görev aldığı hükümdarın mekanına geldiğinde rastladığı prensesi ve prensesin en yakın arkadaşı Julia’yı itinayla korkutur. Kadınlara göre kibarlıktan kırılıp dökülen o adam bir ucubedir ama Julia’ya göre, eh, âşık olunacak bir adamdır. Sarayın odalarından birinde gözetim altında tutulan deli/dâhi ressamı çok çok seven Julia için sanatla dolu bir yaşam esas yaşamdır, bu açıdan Kreisler yakından tanınması gereken biridir. Tabii burada Hoffmann’ın Şeytan İksirleri‘nde de ortalığı karıştıran birtakım politik oyunlar döner, gönül oyunları da döner, insan doğasının özellikleri için laboratuvar oluşturulur. Hükümdarın zekâ geriliğinden mustarip oğlu çay fincanlarıyla oynamayı pek sever, Adler’a göre sıkı bir Prusya eleştirisidir bu. Sonra dışarıdan gelen bir prens bizim prensese tutulmuş gibi yapıp Julia’ya göz koyar, bu da dönemin güncel olaylarından bir katakulliyi andırır derken hop suikast, Kreisler’e ateş ederler, şefin şapkasını bahçede buldukları zaman başına bir iş geldiğini anlarlar, Julia ayılıp bayılır. Abraham’a gelen mektuptan anlarız ki kaçmıştır Kreisler, Abraham’ın da iyi bildiği bir manastıra kapanmıştır. Oranın rahipleriyle giriştiği ilahi güç, sanat, doğruluk, dürüstlük gibi konular ders gibi işlenir adeta, Hoffmann bu mühim tartışmalar için alanında yetkili kişiler belirlemiş, onları yan yana getirmiştir. Adler’ın görüşü: “Eleştirinin yaratıcı yazına dahil olduğu Romantik çağda Hoffmann’ın müzikle ilgili makaleleri, edebiyatta Schlegel ve Coleridge’in, resimde Baudelaire’inkiyle kıyaslanabilir yeni bir standart getirmiştir.” (s. 38) Taklide dayalı estetikten bağımsız ve özgür olana varmanın yolunu gösterir Hoffmann, aşırı yorum yapmaya meylimden güç alarak bu mevzunun manastırda geçmesinin sebebini ancak ilahiyane bir hassaslığa, berraklığa sahip olarak özgünlüğün yakalanabileceği fikrine bağlayacağım. “Tabula rasa” imal etmek işte, Coltrane’in dediği gibi “o”nu bir duyumsamak önce, ardından alabileceğimizi alıp “o”nu beslemek ve sonra her şeyi unutmak. İçgörü, canlılık Murr’un da ilgisini çeken meselelerdir, bütün bunlar aslında serapiontic nam sanat anlayışına bağlanır ve bu anlayışla ilgili uzunca bir malumat vardır metinde, paşa keyfim bu meseleye girmeyi hiç istemiyor ama Hoffmann’ın metinlerindeki düşünsel temellerin yanında karakterleri tokuşturma biçiminin nedenlerini de Adler’in yazısında bulabilirsiniz.
Murr akıllı bıdıklığıyla ortalığı birbirine de katar, Abraham’a ilham da verir, Bulgakov’un malum kedisinin atasıdır. Onun da atası Çizmeli Kedi’dir işte, bunlar böyle antikiteye hatta onun da öncesine gider. Kreisler elbette içindeki ateşi söndüremeyip Abraham’ın yanına dönecektir, o da tamam. Hoffmann’ın edebi etkileriyle bitireyim, bir kere Bulgakov, Poe, Márquez gibi yazarları etkilemiştir. Fransız estetiğini, özellikle 19. yüzyılda pörtleyen modernizmi fişteklemiştir, spiritüel bir dünya olarak müzik nosyonunu keza. “Hoffmann’ın daha sonra Murr‘da embesil prens ve prensesin katatonik durumu ve bölünmüş kişilik sahibi karakterleri gibi klinik vakaları betimlediği teknik zekâsı, şizofreninin ilk bütünlü tanımını yapan kişi olarak tanınmasını sağladı.” (s. 37) Özyansıtmanın başarısız olduğu yerde psikolojik çöküşün başladığını da ilk Hoffmann göstermiş, kısacası sanata ve bilime kattıklarının haddi hesabı yok.
Önsözde Murr’un başına gelenlerden bahsediliyor, aslında okunmasa daha iyi ama okumadan da ne işlerin döndüğünü anlamak zorlaşabilir. Bilemiyorum ama Hoffmann’ı öyle veya böyle okumak lazım.
Cevap yaz