On yıllık zaman dilimlerinin kültürel çalışmalar bağlamında öne çıktığı tarihsel süreci anlatıyor Gürpınar, nostalji olgusunun biçimlendirdiği geriye bakışın neyi gösterip göstermediğini irdeliyor, odaktaki dönemin öncesiyle sonrası arasındaki ilişkileri kuruyor önsözde. Türkiye’de sosyal bilimlerin geçirdiği evrim popüler kültür çalışmalarının öne çıkmasıyla sonuçlandı Batı’nın paradigmasına uyarak, Marksizmin ağırlığı çözüldü, Foucaultcu “güç her yerdedir” şiarı doğrultusunda atomize bakışlar “küçük tarihçeler”in çoğalmasına yol açtı Gürpınar’a göre, kimlik söyleminin ağırlık kazanması, sosyo-ekonomik çerçevenin ve sosyolojinin geriye çekilmesi popüler kültür incelemelerinin itibarını artırarak akademisyenlere “üretim bandı” niteliği kazandırdı zira hızla değişen ve neoliberal politikalar doğrultusunda enformasyon üreten kitle iletişim araçlarının malzeme bombardımanı 90’larda fişeklendi iyice, televizyon kanallarından türlü starlara pek çok yenilik, yani neydi bunlar, neler oluyordu, akademinin yanında bağımsız entelektüeller de bodoslamadan dalarak günceli eşelemeye başladılar. İyi bir özet şu paragraf, Gürpınar’ın niyetini de içeriyor: “Bu bakımlardan 1990’ların dünyasının popüler kültür ve kimlikler çerçevesinden incelenmesi mümbir bir saha oluşturdu. 1990’larda ağır başlı entelektüeller daha önce sorunsallaştırılmayan ve dudak bükülen popüler kültür ve gündemlerine artık kayıtsız kalmayarak onları üst perdeden eleştirel gözle yorumlar oldular. Ancak aynı zamanda daha rahat üsluplarla ‘hayatın içinden’ yazar oldular. Bir taraftan da bu eleştirel entelektüeller popüler kültür gündemlerini ülkede 1990’larda hüküm süren otoriter-milliyetçi ve güvenlikçi politikalarla (tüketim kültürü, neoliberalizm gibi zamk-kavramlarla) örtüştürdüler. Bu çalışma bir taraftan bu örtüştürmeleri anlamlı ve geçerli bulurken bir yandan da ‘söylemin söylemi’ mesafesiyle bunların da siyasi ve ideolojik angajmanlardan alınan pozisyonlar olduğunu, 90’lara yönelik yaftalayıcı ve şablonlaştırıcı bakışların da 90’lara içkin olduğunu da göz önünde tutmaktadır.” (s. 19) Nostalji 1990’ların renkli görüntülerinden ibaret, AKP’nin baskı politikalarının sonucunda kupkuru bir sosyokültürel ortam peydah olmadan önce popun yükselişini, televizyon ve radyo programlarının çeşitliliğini bilenler için karşılığı var bu nostaljinin. De, tankların caddelerde dolandığını, ölüm evlerinden çıkarılan cesetleri gören, her gün ışıkları yakıp söndürme oyununa keyifle katılan çocuk aslında ne işlerin döndüğünü yıllar sonra öğrenince o döneme aynı gözle bakamıyor tabii, 2000’lerin başından günümüze kadar gelen süreçle birlikte “Eski Türkiye”nin yok edilmiş cennetine inanmak istiyor da hukuksuzluğun, terörün karanlığında mümkün değil. Gürpınar aynı dönemin çok benzer dinamiklerle Rusya’da yaşandığını anlatıyor kutucuklarından birinde, Putin’in kendi siyasal projesini devletin ve toplumun çözülüşüyle tanımlı bu küstah on yılın reddi olarak oturttuğunu söylüyor. Bizde mutlak bir otorite ortaya çıkmıyor henüz, koalisyonlar kuruluyor, dağılıyor, merkez sağ güçlenip çözülüyor, sol yapılar ayrışmaya devam ediyor, derin devlet aslında o kadar da derin olmadığını skandallarla gösteriyor, güzellik yarışmaları düzenleniyor, ödül törenleri, Ahmet Kaya’ya çatal kaşık fırlatılıyor derken 90’ların kaynadığını görüyoruz, tam curcuna. Onlu yaşlarıma geldiğimde 1990’lar bitmek üzereydi, çocukluğumla özdeşleşmiş bir güzellikten bahsedemem ama nostaljinin imlediği görece rahat ortamda büyüdüm. Dehşeti bilmiyordum, parça parça görüntülere çok basit anlamlar yüklüyordum, örneğin bir annenin ağlaması, polis aracına tıkılan gençlere bakarak, “Yapmayın, onlar daha çok küçük!” diye haykırması kafamda hiçbir yere oturmamıştı, çok hüzünlü bir olaydı sadece, Cumhuriyet’in 75. yıl kutlamalarının neden o kadar şaşaalı olduğunu da anlamamıştım, sanki histerik bir coşku vardı, 28 Şubat’ın ve PKK’nın eylemlerinin etkisini sonradan anladım. Özal’ın çöküşünü, Çiller’in yükselişini, yine Çiller’in beceriksizliği yüzünden iç güvenliği teslim ettiği korkunç yapıyı 2000’lerin başında bildim de Gürpınar’ın bu incelemesini okuyarak tam kavradım, eksik parçalar ve bağlantılar tamamlandı. Tek bir örnek, Bizimkiler‘de şöyle bir sahne, bir de Ali’nin 19 Mayıs’ın anlam ve önemini falan filan var, tam RP’nin zirvede olduğu ve şeriat korkusunun iliklere işlediği zamanlar da hangi olaylara denk geldiği var kitapta, şahane bilgi. Bende ne var, kalenin önüne arabasını çeken sıhhi tesisatçıya kızınca adamın anlamadığım bir dilde bağırıp çağırmasının verdiği şaşkınlık, Allah’ın can sıkıntısını sevmediğini söyleyip duaları ezberleyemeyenleri şamarlayarak keyifli vakit geçiren hocanın can sıkıcılığı, test çözdüğümüz abi evinde abilerin benden umudu kesip diğerleri namaz kılarken beni kenarda oturtması ve, klişe ama gerçek, Marx’la Rousseau’yu kâfirliğin hakkının cehennem olduğunu unutturmadan güzel güzel anlatmaları, tam bir çiçek dürbünü yani. 1980’lerde baskılanan her şeyin önce yavaş yavaş, sonra hücum ederek dönmesi, salınan her şeyinse tempo artırarak sürmesi, tam bir çatışma alanı 90’lar. Gürpınar titizlikle anlatmış, bütün bu deneyimlerimi tarihsel konumlarına oturttuktan sonra düşündüm, yaşam alanımın çeperlerine doğru gitmediğim sürece çalkantının izleriyle karşılaşmadığımı anladım. Mahalle arkadaşlarım Kuran kursuna gitmeseydi ben de gitmeyecektim, benden sonra hepsi bıraktı, dershanede o evlere beraber gittiğimiz arkadaşlar buraların çocuklarıydı benim gibi, takip ettiğim kadarıyla hemen hepsi zar zor da olsa kurtuldu, adamlar iki yüz üç defa arayıp zırto etkinliklere davet etmelerinin meyvesini alamayınca kaynak ayırmak istemediler daha fazla, Kürt tesisatçı uyanış gibiydi çünkü mahallede Kürt yoktu, lisede Ermeni arkadaşlar vardı ama iletişimimiz anlayamadığım bir şekilde kısıtlıydı, kısacası etkileşime giremediğimiz hiçbir şeyi tam olarak anlamamız mümkün değildi, zamanla çözdüm. Askerlik son noktaydı artık, tamamen aydınlandım, üçüncü dünya ülkesinde yaşamanın getirisi götürüsü açığa çıktı. Neyse, herkes kendi 90’larını yerine yerleştirebilir bu metin vasıtasıyla, iki üç şeyden bahsedip bitireceğim. DEP’lilerle birlikte dokunulmazlığı kaldırılıp hapse atılan, Atatürk’e “veled-i zina” dediği için acayip tepki çeken RP’li Hasan Mezarcı’nın dokunulmazlığının kaldırılmasına karşı çıkmış Erdal İnönü, şerhinde Hasan Mezarcı’nın görüşlerini özetledikten sonra ekliyor: “Ancak bu fikirlerin yanlışlığını göstermek, milletvekili dokunulmazlığını kaldırmakla olmaz. Atatürk ve arkadaşlarının Türkiye’de gerçekleştirdikleri devrimlerin açtığı yolda yürüyen kuşakların yılmayan çabaları, bugün ülkemizde bütün kurum ve kurallarıyla işleyen bir çağdaş demokrasiyi hayata geçirmektedir. Böyle bir demokrasinin temel niteliklerinden biri olan düşünce özgürlüğü, tamamıyla karşısında olduğumuz fikirlerin bile söylenmesine izin vermekle kendini gösterir. Bu nedenle İstanbul Milletvekili Hasan Mezarcı’nın dile getirdiği ters fikirler yüzünden dokunulmazlığının kaldırılmasına karşı oy verdim.” (s. 46) Memleket için aşırı ileri seviyede bir demokratlık, Erdal İnönü’nün küçük görülmesine şaşmamalı. “Amerikanlaşma” dönemi aynı zamanda 90’lar, “Küçük Amerika” olma yolunda tam gaz ilerleyen ülkemizde reklamcıların ürettiği kültürel ikonların pazarladığı hizmetler sanatı ticari anlamda dönüştürdü, aynı süreçte “beyaz yaka” üretildi ve sömürülmeye başlandı, bütün bunlarda 1960’ların sonunda doğup 1980’lerde efil efil esen neoliberal rüzgâra sırtını dayayan profesyonel yöneticilerin katkısı var. Yuppie müessesesi, cinsel hazlara, muhtelif ürünlere harcanan bir dünya para, Turgut Özal’dan sonra bankalara akan paranın kredi patlamasına yol açması bir yanda, gençliğin çıkar yol bulamayarak bunalıma girmesini basının satanizm gibi dalgalarla görünmez kılmaya çalışması diğer yanda, cendere sağlam. “İkinci Cumhuriyet” tartışmalarından sonra bir de YDH var, hatırlıyorum o şık adamın konuşmalarını çocukluğumdan, hareketin nasıl darmadağın olduğunu ve 2000’leri nasıl etkilediğini pek iyi anlatmış Gürpınar. Teorik mirasın aktarımı aslında, liberal tayfanın mutlak bir iktidardan kerteriz alarak serpilmesi kabaca, Cem Boyner seçimlere bodoslamadan girmeyip hareketin olgunlaşmasını bekleseydi neler olurdu acaba, insan merak ediyor.
Cadı kazanı kaynıyor, ülkenin doğusunda neler oluyor, Ankara’da tanklar yürüyor, milliyetçiler kendilerini vatanın doğal muktediri olarak gördükleri için merkeze çöküyor, RP’nin yükselişinden ürkenler Cumhuriyet’in elden gittiğini düşünüyorlar, Sivas’ta canlar, Gazi’de civanlar, acının coğrafyası. Dört dörtlük araştırma, Gürpınar’ın diğer metinlerini edineceğim.
Cevap yaz