Doğan Akhanlı – Fasıl

Hüzzam fasıl ilk anlatının adı, her bölümünde anlatı eşik atlıyor, başka bir yönü ortaya çıkıyor. Tekrarlar bölümlerin nirengi noktaları, anlatıcılar için belli sabitler gerekiyor, başka türlü dönemeyecekler güncel yaşamlarına veya geçmişe gidemeyecekler. Baştan veriliyor bu, “nirengi” ibaresini düşerek belirteceğim. Anlatıcıyla oğlu oturmuşlar bir meyhaneye, baba anlatıyor, o fasılanın içine düştüğünde oğlundan daha küçükmüş, kurtulduğu cehennemi neyse ki bilmeden büyümüş bir delikanlıymış oğlan, babasını alıp gurbet elde en olmayacak yere, fasılların çalındığı yere götürmüş, önlerinde meze tabağı, haydari, beyaz peynir, kavun. Nirengi. Sohbete bir yerden başlayıp geçmişe dönmeli, önce fidye için çocuk kaçıran adamla komiser arasındaki mesele, kısa zaman önce adam yakalanmış da çocuğun yerini söylemesi için tehdit etmiş komiser, bu yüzden dava açılmış, hayat kurtarmak için işkenceye başvurabileceğini söyleyen komisere hak vermeli mi? Çocuğu bir yere kapamış adam, işkence görse yerini söyleyecekti belki, çocuk ölmeyecekti. Anlatıcı komiserin yerinde olsa, yapardı, kalbi tam tersini söylediği için parmaklarının ucuna kadar titriyor adam, eşine sorduğunda tehdit evet, işkence hayır. Yaşadıklarından ötürü. Hikâye budur, üç darbe döneminin yansımaları. Anlatıcının ailesi bir yana, hani ayakkabılarını biraz daha erken bağlasaymış büfeden aldığı gazeteye dikkat bile etmezmiş, o adam da orada olmazmış belki, anlatıcı yirmi beş yıldan beri bunu düşünüyor. Yaşı henüz on yedi, arka arkaya yol alan üç Renault’dan birinde, götürülmese eve koşup makamları hatmedecekti. Otuz makamı birbirinden ayırabilir, dedesinin tutkusu aynen geçmiş, çalıştıktan sonra daha kolay ama biri koluna giriyor, kızıl yıldızlı dergiyi aldığı için kenara çekiliyor. Duvarın önüne dikilmiş üç beş kişi, ayaküstü sorgu, küfür, Renault, merkez. “Yanımda titremelerini kontrol edemeyen, yıllar sonra hükümet danışmanı oldu. Önüne çıkan yol ayrımlarının onu nasıl bu noktaya getirebildiğini çok merak ederim.” (s. 22) Döneklerin yanlamalarına pek çok örnek var, Mühendis’in fırtına gibi dönmesi en şaşırtıcısı herhalde, geleceğiz. Merkezde köyden çıkan ilk üniversite mezunu var, “Doktor” diyorlar, hukukçu, yaka paça getirilen çocuğun babasının öğrencisi, ne ki çok geç haberi olduğu için kurtaramamış, yıllar sonra verdiği bir röportajda yetişememesinden ötürü suçluluk duyduğunu belirtmiş. Akhanlı metnin başında karakterlerin birilerine benzeyebileceğini, gerçekle de örtüşebileceğini söylemiş, birileri illa gerçekte birileri. Polisler gerçek, amirler gerçek, işkenceler gerçek olsun olmasın kahredici. Ölçüyü kaçırmadan yazmaya çalışıyorum, bıraksam o dehşeti anlatabilecek sözcükleri arayıp bulamayacağım. “Bazen düşünüyorum da, iyi ki hafızamın çatısı yok diye seviniyorum. Olsaydı, kemale ermeden yaşadığım on bir günlük hatıranın yükü altında çökerdi mutlaka.” (s. 25) Nirengi. Üç buçuğa beş buçuk adım, battaniye ve akıl yerinde. Falakaya götürmeden önce tuvalete götürürler çünkü altına sıçarsın vurulurken, işersin. Falakaya götürmeden önce tuvalete götürmezler çünkü altına sıçasın, işeyesin. Nasıl olacak bu safhanın anlatımı, kupkuru tasvirler mi, olay örgüsünün sıfır duyguyla aktarımı mı, hızla geçmesi istenen zamana uyarak hızlı mı, hepsi. Suçlamalar tamam, cezaevine. Talebe olduğunu söylemesini salık veriyor biri, kim olduğu belli değil, birkaç adım sonra biri olmaktan çıkacak herkes. “Hapisane denilen yer gerçekten sanıldığı kadar kötü bir yer değil. Talebeysen. Ortalık yumuşamış, ölen ölmüş, asılan asılmışsa.” (s. 38) Nirengi. Filistinli Mühendis’le orada tanışıyor anlatıcı, eğitim faaliyetlerine katılıp Marx’ı, Engels’i, Lenin’i öğreniyor, Troçki sorunlu diye öğretilmemiş. Neden sorumlu olduğunu soran anlatıcıya gülüyorlar, hani o da Yahudi olabilirmiş. Marx da Yahudi’ymiş e, ne var ki? Yalan olduğunu söylüyor abilerden biri, anlatıcıya bu bilgiyi nereden aldığını soruyor. Verdiği kitaptaymış işte. Reddediyor, Marx hakkındaki yalanları bilsin diye vermiş o kitabı. Solda bazı şeyler oturmamış henüz, tartışılıyor, bırakılıyor, hapishanede zaman bol. “Şimdi dikkat et, bir çerçevesi olmakla birlikte, peşrevde serbestlik -özgürlük de denebilir buna- hakim. Keyfiyet. Her çalgıcı, belirlenene çerçevede keyifle çalar. Bütün sazendeler zamanı ve mekânı unutur. Yüzlerine bakarsan anlarsın.” (s. 43) Oradan oraya atlayabiliriz artık, aileye geçelim, memleketin sağ üst köşesinden çıkıp milletvekili olmuş büyük dayının 27 Mayıs’ta “asker kişi” kılınıp gördüğü işkence ailenin ilk vakası değildir ama anlatıcının korkuyla dinlediği ilk hikâyedir belki darbelere dair, 12 Mart’ta abilerinin çektikleri var bu kez, kitapların bahçelere gömülmesi, sonra 12 Eylül, en kıyıcısı. Bir dünya badireden sonra enstrüman dükkânı açıyor abisi anlatıcıya, olaylardan uzak durması için saklanma noktası gibi bir şey, orada müzik tutkusu yaşayabilir. Anlatıcı eşiyle orada tanışıyor, abisinin yardımıyla evlenecekler, sonra kitabın tersinden başlayan bölümdeki polisle karşılaşacaklar. Masa başında içip anlatıyor adam, oğlu karşısında, yirmi beş yıl sonra fasılla kurgulayarak. Eğmeli bükmeli. Delik deşik. Anlatamıyorum ki. İki esas bölümü ayıran sayfalara geldim, biri şeffaf, 12 Eylül’de katledilenlerden bazılarının isimleri, diğer sayfa simsiyah.

İkinci anlatı, bir polis komşularını katletmiş, anlatıcı mevzuyu merak edip duruşmaya katılmış. Dede toprağı, azıcık ilhak, silahı çekip vurmuş adam, aileyi ortadan kaldırmış. Vicdanı rahatmış, uyuyabiliyormuş çünkü hakkıymış, kimse toprağını elinden alamazmış. Vatana yay bunu, anlatıcı polis için durum bu. Askere kışlasında kalmasını söyleyenlerle çatışanlar aynı, nizamı intizamı koruyanlar da buysa eyvah, vatanın elden gitmemesi için yapılacaklar var. Kişisel hikâyeye bakalım biraz, esas hikâyeyle paralellikler şansı biraz zorluyor mu, bence zorlamıyor çünkü mümkün. Polisin ebesi ülkenin sağ üst köşesinde yaşıyor, ziyarete gidiyor polis, evdeki küçük çocuğun da alaturka meraklısı olduğunu görüyor. Bu çocukla iki kez daha karşılaşacak yıllar sonra, duvar dibine iteklediklerinden biri, sonra da müzik dükkânında beraber fasıla başladığı. Kızıl yıldızlı dergiyi rastgele aldığına inanmıyor çocuğun, dükkân bahsindeyse istihbarat iyi çalışmış, PTT vasıtasıyla yayılan propaganda metinlerinin o dükkândan çıktığı anlaşılmış, hemen baskın. O zamana kadar ne yapmış polis, tuttuğunu içeri almış, işkenceler tabii, dedesinin peşinden gidiyor. Gazi zamanında dedesi komitacı, sağ üst köşede Ermenilere karşı savaşmış, sonra Ankara’ya gelip Gazi’nin korumalığını üstlenmiş. Edepsizler gemi azıya alıp Gazi’ye hakaretamiz laflar etmeye başlayınca birini tutmuş dede, vuruvermiş, sonra Gazi’nin orada olmadığı bir zaman mekan kuşatılmış da katledilmiş. Polisin babasına Gazi sahip çıkmış, yurtdışına yollayıp okutmuş. İstihbarata almışlar, ispiyonaj, kontrispiyonaj, ne dalda yetenekliyse kullanmışlar bir güzel. Babasından biliyor işi polis, büfe numarasını da ondan öğrenmiş, muzır neşriyata yaklaşanları tepeleyiveriyor. Ebesini, doktorunu görmeye gittiği evde Dostoyevski’lere rastlayınca yine yapacağını bilirmiş ama misafirlikteymiş, eli varmamış. “Biz şehirlerimizde durumu kontrol altına almak için canımızı dişimize takmışken, taşranın taşrasının taşralarında Rusların işgaline uğradığımızı fark edememişiz.” (s. 19) Sonlarda bir katakulli var ki böyle katharsis az görülmüştür, devlet düşmanı şerefsizlerin peşine düşen polis bir yardım kuruluşuna ulaşır, psikolojik yardım adı altında yıkıcı faaliyetlerin yürütülüp yürütülmediğini anlamak için ilk anlatıcının yerine koyar kendini, “Bestekâr” dediği adamın başından geçenleri anlatmaya başlar. Arınıp gözyaşı dökecektir sonda, arınmayıp psikoloğu tuzağa düşürecektir, artık hangi son istenirse. İlkinin geçerliliği şüpheli bence, polisin kırılabilecek bir yanının kaldığını sanmam.

Metin dört dörtlük. Bir daha basılmaz, bu metni basacak babayiğit yok. Doğan Akhanlı’nın hayatını biraz araştırınca iyi bile basılmış, gerçi eziyetin devam filmini görmemişti Akhanlı o sıralarda.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!