King’in röportajlarından birinde anlattığı mevzu, tam hatırlamıyorum, şöyle: havaalanı, idare odalarından biri mi ne, giren çıkmıyor, içeride ne olduğu bilinmiyor. Güvenlik giriyor, çıkmıyor, polis giriyor, FBI giriyor, en sonunda ordu kuşatıyor odayı. Hikâyenin nereye gideceğini bilemediği için yazmadığını söylüyordu King, hikâyeyi bir anlama bağlamaktan başka türlüsünü elbet düşünmüştür de istememiştir öylesini. Diye düşünüyorum, zaten kısa öyküsü yok gibi bir şey, açık uçlusu var mı, öykülerinden birinde var. Makinelerin içine iblis mi ne giriyordu da fabrikada milletin elini kolunu kapıyordu, sonra şehre yayılıyordu bu makineler. King’in en zayıf öykülerinden biridir, yine de King öyküsüdür yani, bunu niye saçma sapan bir yere bağlayıp yazmadığını merak ederim. Kısa öykü bir kıvılcımı ham haliyle yakalamak gibi, başını sonunu kurmaya gerek yok, bir fikrin etrafında parlıyor da sönüveriyor hemen. Arada sırada yazıyorum, yaşayabilirsem yaşlılığımda bir şey yaparım onlarla. Bernhard var böyle şeyler yazan, külçe külçe metinlerin yanında. Benimkilerden biri, nasıldı, Tanrı’nın bir sözüyle aydınlanan varlığı tekrar karanlığa boğacak o söz bir kalıta yazılmıştır, kazılarda ortaya çıkarılır, profesör bu keşfi açıklarken sözü ilk kez sesletir ve, hiçlik, bir anda. Neden bir kalıtın üzerinde yazılıdır, neden sesletilmesi gerekir de mesela zihinde yankılanmaz, öykünün yoğunluğu okura geçerse sorular havada asılı kalır, kancası takıldığı öyküyü aşağı çekmez. Atom bombalı metni mesela Buzzati’nin, mekânda takılan insanların arasına karışan adam laf arasında atom bombasını patlatabileceğini söyleyen bir diğerine buton uzatır, dümdüz buton, adam bastığı anda atom bombası patlayacaktır. Öykü pektir, butona basıp basmamak dışında hiçbir şey düşündürmez. Kitaptaki öykülerin bir kısmı bu aşırılıklara yaslanır, iyi aşırılıklardır, olasılıkların karakter üzerindeki etkisini, kıvılcım etrafına kurulan öykünün uçlarını görürüz. Aklımıza gelmez mi öyle şeyler, tuvaletin ışığını kapattığım anda hiçliğe gömülmekten ödümü koparttığım çok oldu benim, uzaktan fırlattığım çöpün konteynere girmemesi koca bir pandülün beni ortadan ikiye biçmesine yol açabilir, ellerim terler, hayatım o baskete bağlıymışçasına atarım, yani Meryem Ana’nın tezahür edip etmeyeceği elbet belli değildir ama bütün hikâye o ihtimal üzerine kurulunca mucizenin doğallığından emin oluruz artık, mucize değildir de tezahürdür, tezahürün gerçekleşip gerçekleşmeyeceğidir sırf, insanın olağan olmayana karşı eylemleridir. Tarihte çok örneği var, Buzzati’nin kısa öyküsünde 1907’nin olayı, küçük bir çocuk rüyasında Meryem Ana’yı görüyor. Bu kadar. Aile ortamında ilgi uyandırmıyor bu, hizmetçinin sağda solda anlatmasıyla mahallede hezeyan, umut, zira salgın hastalıklarla, yoklukla boğuşan insanlar için kurtuluşun işareti. Yeri ve saati belli, kimileri inanmıyor, tartışmalar sürüyor, sonra Meryem Ana tezahür ediyor. Gayet sıradan bir doğa olayı derecesine inmiştir hikâyeleme hızının yavaşlığıyla, durağanlıkla. Kurmacayla iç içe geçmiş, hatta yaşamı doğrudan kurmacaya dönüştüren zihin böylesi bir mucizeyle karşı karşıya kalınca nasıl tepki verir, Buzzati bunu eşeliyor. “Cennette İlk Gün” de bir eşeleme öyküsüdür, iyi bir insan olup cennete gittiğimizde ne olacağıdır. Ted Chiang’in öyküsü gibi, Tanrı bir gün bütün tantanasıyla yeryüzüne inse, koca bir dağın doruğunda ışıklarını saçsa tüm dünyaya, ilahî olana ermek için yollara düşen onca insanın kamyonları arızalandığı zaman Şeytan’dan bilmektir bunun sonu, birçok bilmenin haricinde. Ezgiler dolanır boşlukta, öyle operalarda işitilenler gibi değil, nereden geldiği belirsiz ezgiler aşkın bir düşünsel zemine ulaştırır insanı. Uçsuz bucaksız sarmal merdivenler mi uzanır ufukta, evrenin sütunları görünür, her şeyin keyif verdiği bir uzamdır ama hafıza olduğu gibi sürmektedir, Cennet’in tek arızası hafıza mıdır? Meşhur maçta nasıl haykırdığımız, çocuklarımızın doğumu, her şey hatırlanmakta ve özlenmektedir, bir anlamda kendimiz değilizdir de edilgendir bunlar, bir anlamda da neysek oyuzdur. İkilik. “Şimdi ebedî ışığın sarayındasın, uçuyorsun, göksel lokma yiyorsun, sonsuz aşka katılıyorsun. Ama unutmadın. En yüce lütfa sahipsin, ama hatırlıyorsun. Ve hatırlayarak üzülüyorsun. Bu, araftır.” (s. 64) Zamanlar bölümlenmeyecekse geleceğin göksel lokmasını “hatırlamak” şimdinin alımlanışını da etkiler, araftayızdır, geçişlerin farkında olmak pek de lütuftan sayılmaz. Bir şeyi başarmak da öyle, yazmakla ilgili metinlerden birinde iyi yazan kişiye denir ki bastırsın öykülerini, bir şey yapsın. İyi yazmak, bir şeyi iyi yapmak onu kamuya duyurmayı gerektiriyorsa eğer, kamunun yazılanlar üzerindeki etkisini göz ardı etmemeye yol açıyorsa, kimsenin okumayacağı iyi şeyleri yazmak aslında yazmaktan sayılmıyorsa, kısacası kendimiz için yaptığımız şeyleri bile başkaları için yapıyorsak, ayrımı gözeterek yapıyorsak üstelik, bu her şeyin sahte olduğu anlamına gelir, bir nevi araftır. Bu arada uçan halıyı üç kuruşa satın alıp evin en görünmeyen kısmında yere sermek, büyülü sözcükleri söylememek yine tercih meselesidir, bu kez toplumsal ilişkiler o kadar da görünür değildir, halı görünürdür. Müzayededen getiriyoruz, o kadar berbat halde ki isteyen çıkmamış, kimsenin uçmaya gönlü yok. Alıcının da yok, bu yüzden üstüne basıp geçiyor, halının ne kadar da çok uçmak istediğini görmüyor. Sabah kalktığında halının köşesinin kıvrıldığını fark eder, bir başka zaman rüzgâr sesi duyar, sıradandır. Buzzati kendi kavını okura sunuyor resmen, çağrışımlar zengin olduğu için masaya oturtabilir bu kitap, en azından bana kendi kıvılcımlarımı hatırlattı. Eve geliyoruz, su şişesini havada asılı halde buluyoruz ama yanından geçip gidiyoruz. Gazete okurken sayfalar kendi kendine çevriliyor, ışıklar yanıyor, kapanıyor, televizyon açılıyor durduk yere, hiçbirini umursamadan yaşamımızı sürdürüyoruz. Clive Barker’ın öyküsünü hatırlıyorum, kanlı kitaplarını tekrar okumalıyım, evine gelen adamın ortamdaki varlığı fark edip çaktırmadan savaşa hazırlanması o kadar germişti ki iblisin veya kötü ruhun tek hamlede kıracağı boyundan çıkan sesi beklemiştim ama çok iyi mücadele ediyordu adam, başarılıydı. Öykünün sonunu hatırlamıyorum, o da olağandı, ne olmuş olursa olsun. Bir de, Buzzati’nin o öyküsü, Patrick Watson konserinin başlama saatini beklerken Ataşehir’de okuduğum, şu eski fotoğrafla konuşan kadınınki. Müthiş. Yıllardan sonra fotoğrafı eline alır kadın, yetmiş yıl öncesi mi, bütün arkadaşları kahverengi fotoğraftan fırlarlar. Konuşacak kimsesi yoktur kadının, otuz kişiden dördü hayatta kalmıştır, bu bilgiyi verir önce arkadaşlarına. Eskinin çatışmaları ortaya çıkınca her birinin yediği haltları yüzlerine vurmaya başlar, ruhlar daha fazla konuşmaması için yalvarırlar ama kadın daha da ileri gidip hepsinin nasıl öldüklerini anlatmaya başlar. Ölene kadar anlatacaktır, yapacak başka hiçbir şeyi kalmamıştır çünkü. Mükemmel bir kapan fotoğraftakilerin yakalandığı, tabii öldükten sonra kadına ne yaparlar, bilinmez.
Başta iyi bir giriş metni var, Buzzati’nin bu metinleri yıllar içinde nasıl bir araya getirdiği anlatılıyor. Ömrü boyunca yazmayı sürdürdüğü bir kitap aslında, başta belli sayıda metin var, yıllar geçtikçe üçer beşer ekleniyor kitaba. Aynı türde yeni metinler yazmasını söyleyen editörüne karşı çıkar, cevabını verip bitiriyorum: “‘Hayır, bu konuda ısrar edilemez. Benim bu yazılarımın bir değeri varsa, söylediğim gibi içten geldiği şekilde yazılmış olduklarındandır, onlar kendime birer itiraf gibidir. Şu ya da bu konu üzerine ısmarlama yazacak olursam Buzzati şiirinin en temel noktalarını oluşturan bu yaratıcı güncem en sevdiği konuları yineleyen bir kataloğa dönüşür; başka türlü bir çalışma olduğu göz önüne serilir, yeni açılar kazanır, kimi zaman not, itiraf, ahlaki hikâye, mahrem düşünce gibi görünür.’” (s. 19)
Cevap yaz