Demirtaş Ceyhun 1981’de Sait Faik Hikâye Armağanı’na bir temiz giydirmiş, ödülü aldıktan sekiz yıl sonra. 1967’de bir öykü kitabı yayımlamış, malum ödüle katılacağını dile getirince jüride yer alan kodamanlardan biri o yıl ödülü Muzaffer Buyrukçu’ya vereceklerini söylemiş. Şaşırmış Ceyhun, Buyrukçu’nun o yıl içinde çıkan kitabı yokmuş. Kodaman yeni yıla daha bir ay olduğunu söylemiş, o bir ay içinde kitap çıkmış, ödülü gerçekten de Buyrukçu’ya vermişler. Birkaç ay sonra aynı ödülün jürisinden bir başka kodaman Ceyhun’u aramış, yeni kitabı için tebrik etmiş, o yıl ödülü Ceyhun’a vereceklerini söylemiş. Jüridekilerle konuşmuş da oylar hazırmış, o gün toplanacaklarmış, bilmem ne. Sonuç çok iyi, Ceyhun’a tek bir oy çıkmış. Araştırmış, soruşturmuş, o tek oyu veren jüri üyesinin kim olduğunu öğrenmiş, telefon eden değil. Hiçbir şey anlamamış Ceyhun, belki gazını almak için aranmıştır. Başka bir olay, bir abinin sekiz ciltlik romanına ödül verilmiş. Jüridekilerden birine sekiz cildi de okuyup okumadığını sormuş Ceyhun, cevap şu: “Sen de hâlâ çocuksun, okunur mu be o kadar yazı!” Kahkaha atarken söylemiş bunu jüri. Başka bir olay, bir ödülün jürisi ünlü bir ağabeyiyle buluşuyor Ceyhun, birlikte içiyorlar, ağız aramaca, jüri üyesi o yıl öykü ödülü için oyunu kime vereceğini söyledikten sonra roman için oyunu “çaresiz” bilmem kime vereceğini çünkü o yıl iyi roman çıkmadığını anlatıyor. Alınıyor Ceyhun, kendi romanı da o yıl çıkmış. Jüri Abi bozuluyor bir, sonra toparlayıp Ceyhun’un çok ödül aldığını, o bilmem kimin iyice yaşlandığını ve hiç ödül almadığını söylüyor. Ödül kişilere değil de kitaplara verilmez mi? Cevap: “Yahu Demirtaş, sen daha çok gençsin. Nasıl olsa ileride başka romanlar yazar, bu ödülü gene alırsın. Ama o öyle mi ya? Yaşlı. Şurada kaç günlük ömrünün kaldığını Allah bilir.” Başka bir olay, Ceyhun jüri üyesi bir arkadaşıyla konuşuyor, o yıl ödüle katılmadığı için rahat. O sıralarda okuyup sevdiği bir romandan bahsediyor, Jüri Abi parlıyor, o herifin yazdıklarını okumayacağını, zaten bir bok da yazamadığını söylüyor. Ceyhun karşı çıkınca kestirip atıyor Abi, o yıl o roman ödül alamıyor. Oktay Akbal tam altı ödülün jürisinde, Doğan Hızlan 1981’de de çok hızlı, beş ödül, Hilmi Yavuz ve Rauf Mutluay dörder ödül, Konur Ertop, Tahsin Yücel, Çetin Altan, Mehmet Başaran ve Adnan Binyazar üçer ödül. Sonra mesela Aysel Özakın’a bakıyorum, İrfan Yalçın’a, Burhan Günel’e, birer ikişer ödüllü yazarlara bakıyorum, büyük büyük ödüller almış metinlere bakıyorum sonra, başımı çeviriyorum. Mide bulantısı. Ödüllerin gösterdiği hiçbir şey yok, bir iki yayınevi ödülün kendisi olmuş zaten, dostlar törenlerde görsün.
Ceyhun memleketimizde satılan kitap sayısına, okurun niteliğine bakıyor, kitabın can çekiştiği sonucuna varıyor. Dünya nüfusunun ortalaması taş çatlasın %10, düzenli okur bu kadar, bizimki gibi ülkelerde durum daha vahim. Márquez’in bir kitabı onlarca baskı yapıyor çıkar çıkmaz, yabancı dillere çevriliyor ama çevrilmese de dilleri ortak birkaç ülkede satış epey var. Yaşar Kemal’le kıyaslıyor Ceyhun, on bin satış, o da belki. “Uzunsatar” olarak hakkı er geç veriliyor olabilir ama yazar “uzunYaşar” değil, hayatını yazarlıkla idame ettiremiyor. “Çağlayan Yayınevi olayı” deneme içinde bir röportaj olarak görülebilir, Yaşar Kemal’e imzalatılan sözleşmeyi öğrenince bizdeki çürüklüğün yayınevi safhasını anlayabiliyoruz. İnce Memed için kuş kadar para veriliyor Kemal’e, üstelik ilk baskıdan sonrakiler için hiçbir şey verilmiyor. Reklam kısıtlı, gazete bayilerine ve büfelere dağıtılan kitaplar iyi satıyor ama ülkelerin nüfuslarını oranlayınca Türkiye’de yaşayan insanların okuma alışkanlıklarının olmadığını görüyoruz. Göçebeliğe bağlıyor bunu Ceyhun, yazılı kültürün gelişmemesinde göçebe kültürümüzün etkisi varsa da tek etken göçebelik mi? Sanmam, Ceyhun bilgili biri ama meselelere tek bir noktadan bakıyor, “sapıkça” şeyler yazan yazarlara bakışı da aynı. Varoluşçuluk gibi akımlara kapılıp kendi cinsel problemlerini anlatan yazarlardan bıkmış bir zaman, derinliği olmayan metinlerden dert yanıyor ama hiçbir örnek sunmuyor, ortada argüman yok, iddia var sadece. Pek suya sabuna dokunmadan hayaletleri eleştiriyor bir tek, isim vermiyor, metin adı vermiyor, kendine ayrılan köşede sızlanmaktan başka bir şey yapmıyor. Denemelerinden Selçuklu kültürünü, Osmanlı döneminde telif haklarının korunması için çıkarılan fermanları öğrenebilirsiniz ama ötesinde yüzeysel iddiaların dışında bir şey bulamazsınız, bu yüzden Ertem Eğilmez’le yaptığı röportaja odaklanarak bitireceğim, o röportajda çok ilginç şeyler var. Çağlayan Yayınevi’ni Ertem Eğilmez kuruyor, fikir kendisine ait. O zamana kadar 5 bin basılan kitapların satışı bir anda 40 binlere çıkıyor, pazarlama başarısı. Eğilmez üniversitede okurken yayınevi kurmaya karar veriyor ama öncesinde bakkal açıyor Moda’daki evlerinin altında, bir güzel batırdıktan sonra askere gidiyor, Refik Erduran’la birlikte askerlik yaparken yayınevi fikrini açıyor, işe birlikte girişmeye karar veriyorlar ama subaylığı garantiye almak isteyen Erduran Kore’ye gidiyor Abdi İpekçi’yle birlikte. Askerlik bitince birkaç denemeye girişiyor Eğilmez, bastığı kitaplar kapış kapış gidiyor, cesaret geliyor böylece. Erduran da vatana dönünce tekrar bir araya gelip kuruyorlar bu sefer Çağlayan’ı, hevesliler. Kitap basma aşamasından önce bir gün Kemal Tahir’i getiriyor Erduran, Tahir hapisten yeni çıkmış, matbaa sahibi olmadan yayıncılığa girilmemesi gerektiğini söylüyor. Makineler sipariş ediliyor, her şey hazır. Erduran üçüncü ortak olarak Haldun Sel’i de getiriyor, adam arıza çıkarınca Bedri Koraman’a dövdürüyorlar adamı bir güzel, yola getiriyorlar. Bastıkları ilk kitap Refik Halit Karay’dan Yeraltında Dünya Var. İyi de satıyor, şaşırıyorlar. Karay’ın altı kitabının haklarını 1.000’er liradan toplamda 6.000 liraya alacaklarken Erduran 17.500 lira teklif ediyor, küplere biniyor Eğilmez ama satışlar iyi olduğu için ses çıkarmıyor. Sonrası yayın dünyasında fırtına, ne basarlarsa deli gibi satıyor, insanlar büfelerde satılan kitaplara bayılıyorlar. Şımarıklık başlıyor hemen Eğilmez’e göre, o sıralarda 25 yaşında, Kemal Tahir’e saçma sapan şeyler yaptırıyorlar, daha çok çeviri konusunda. Mayk Hammer serilerini yazdırmaları bir şey, içinde seks olmayan nitelikli kitaplara birkaç sayfalık ek yazdırmaları bambaşka bir şey. Kemal Tahir karşı çıkıyor, yapamayacağını söylüyor ama Eğilmez bastırınca seks sahneleri ekliyor Tahir, kitaplar okuru tatmin eder hale getiriliyor. O sırada Refik Erduran’a Yağmur Duası‘nı yazdırıyor Eğilmez, zorla. Adamı bir odaya kapatarak sadece yemek ve su veriyor, Erduran dört günde yazıyor metni. Benzer bir taktiği Onat Kutlar’la Erden Kıral da Ferit Edgü üzerinde deniyorlar, yanlış hatırlamıyorsam Hakkâri’de Bir Mevsim‘in çekimleri için Anadolu’nun diğer ucuna gidip mekân bakıyorlar ama senaryo bitmemiş henüz, Edgü’yü Kıral’ın evinde bir odaya kapıyorlar, Tezer Özlü yemek hazırlıyor her gün, böyle bir süreç.
İşler biraz sarpa sarınca ortaklık bozulmuş, Eğilmez bir gün depoya gidince kilidin değiştirildiğini anlamış, meğer Erduran’la Sel sabahtan gelmişler, kilidi değiştirip gitmişler. Çağlayan böyle kapanmış, yayıncılığı bir iyi silkeleyip iyi para kazandıktan sonra katakullilere dayanamamış. Kemal Tahir’in roman yarışmasındaki birinciliğiyle bitiriyorum, bir roman yarışması düzenleniyor, “Çağlayan Roman Yarışması”. Katılımcıların rumuzları var, en beğenilen roman Köyün Kamburu. Kimseye bir şey dememiş Tahir, herkes için sürpriz.
O döneme dair ilginç detaylar var, Ceyhun’un fikirleri de ilginç, çoğuna katılmak zorsa da okuma alışkanlıklarıyla ilgili sözleri dikkate değer. Meraklısı okusun.
Öncellikle kaleminize sağlık, çoğu kişinin adını bile duymadığı ama bir hazine niteliğindeki kitapları ele almanız gerçekten takdire şayan…
Merhaba, çok teşekkür ederim. Unutulmamalarını istiyorum, ondan.