Daniel Defoe – Moll Flanders

Defoe önsözde dünyanın kendini romanlara ve romanslara kaptırdığını, esas kişilerin adlarının gizli tutulduğu gerçek hayat hikâyelerinin pabucunun dama atıldığını söyler, okurun metni dilediği gibi yorumlayabilme özgürlüğünü tanır. Yazar kendi tarihçesini kaleme almaktadır, adını değiştirmiştir, başlarına çeşitli işler gelmesin diye tanıdıklarının isimleriyle de oynamıştır, böylece tamamen gerçeği, saf gerçeği gönül rahatlığıyla anlatabilmiştir. Defoe’nun oyunu bu, metnin başında Defoe’nun adı vardır, 1722’de yayımlandığında çok ses getirir üstelik, tartışmalar hemen başlamasa da bir süre sonra ayyuka çıkar, metnin kime ait olduğu geçtiğimiz yüzyılın başlarına kadar eleştirmenlerin zihinlerini kurcalar. Bu bilinmezlikten midir, kuyuya atılan taştan mıdır, çoğu kuramcı ve eleştirmen Defoe’yu romancı saymaz. Karşı kutupta yer alanlarsa romanı bir üst seviyeye çıkardığını söylerler Defoe’nun, imzasını attığı metinler kendisine ait olsun veya olmasın. Kendisinindir herhalde, gerçekliği istediği kadar eğip büksün, üslup Defoe’yu ele verir aslında. Metindeki kimi edepsizlikleri “yumuşattığını” söyler, Veba Yılı Günlüğü‘nde olduğu gibi belirsizlik yaratır ama Moll Flanders’ın otobiyografisini Defoe yazmıştır. Belki benzer üsluplara sahipler, belki de Moll Flanders diye biri yok. Araştırmalar yapılmıştır, üşenip aramadım, tartışmalar da sürüyordur belki, o konuyu da eşelemedim hiç, doğrudan metne odaklandım. Başka ne diyor Defoe, gençliğinden beri namussuzluk, ahlâksızlık timsali olan Moll Flanders terbiye dahilinde anlatılamayacak hikâyesini yaşam dersi çıkarmak için anlatıyor, en azından Defoe’nun dileği okurun kıssadan hisse çıkarması. Kadının anlattıklarından çok yazarın belirttiği ahlâk derslerinden hoşnut kalınacağını da söylüyor Defoe, alacağı tepkilerden çekindiği için hissenin üstün amacının edepsizlikleri mazur görmek için yeterli bir sebep olacağını belirtiyor. “Beyinsizce” ve “iğrenç” davranışlardan kasıt alt sınıfın yaşama uğraşı denebilir, Flanders küçük babasını kaybettiği ve annesi de işlediği bir suçtan ötürü sürgüne gönderildiği için yurt benzeri bir yerde büyüyüp hayatını idame ettirebilecek şartlara kavuşmak istiyor, bu yolda hırsızlıktan dolandırıcılığa pek çok yola başvuruyor ama bakıldığı zaman 1600’lerin İngiltere’sinde yapabileceği pek bir şey de yok. Gerçi yurttan çıkıp aristokrat bir ailenin yanına geçtiği zaman zanaat öğreniyor, hizmetçilik yapıyor ama şahit olduğu zenginliği yaşamak için bilinçli bir şekilde kötülük yaptığı da oluyor, sonuçta insanlardan ne gördüyse aynını kendi de yapmaya başlıyor bir süre sonra. Dönemden de bahsetmek lazım, İngiltere’nin ABD’deki kolonilerinde tarımsal faaliyetler başlamış, İspanyollara karşı üstünlük sağlanmış, dolayısıyla Atlantik’teki sömürgelerden de kahve, tütün gibi ürünler İngiltere’ye getirilebiliyor o zamanlar. Yayılmacı politika mülkiyet haklarını ön plana çıkarmış durumda, bu yüzden en küçük bir hırsızlık bile idam cezasına yol açabiliyor. Newgate adlı hapishanedeki mahkumların çoğu hırsızlıktan hükümlü, idam edilmeyi veya sürülmeyi bekliyorlar ama çoğunun sonu ölüm. Flanders hapishaneye düşmemek için türlü numaralar çevirse de bir iki top kumaş çalarken yakalanıyor nihayetinde, kaçıncı zıplayışından sonra demir parmaklıkların ardında sonunu beklemeye başlıyor. O zamana dek türlü suçlar işlediği ve hiç yakalanmadığı için ünü her yere yayılmış, hapishanede kraliçeler gibi karşılanıyor, hamisi ve hapishanede tanıştığı rahibiyle arası iyi olduğu için tövbe edip bir şekilde kurtulana kadar yaşamını gözden geçiriyor ve işlediği suçlardan pişmanlık duyduğunu söylüyor ama başka bir iş bilmediği için elindeki para suyunu çekince yine aynı yollara başvuracaktır muhtemelen. 70 yaşına gelmiştir artık, kaç göçle geçmiş yaşamının son yıllarında bütün hikâyesini Defoe’ya anlatır, önsözü yazan isimsiz anlatıcıya anlatır veya, emperyalizmin yükseldiği zamanlara dair hoş bir anlatı kalır elde. Alt sınıf her koşulda eziliyor, anlatı boyunca suça bulaşmadan yaşayan insanların sefillikten çıkış yolu yok, Jack London’ın 1900’lerin başında anlattığı Londra 300 yıl öncesinde de aynı.

Flanders’ın serüveni tipik, sokaklarda bir başına dolaşırken Çingene ya da Mısırlı denen insanların arasında kalıyor, ardından yetim çocuklara bakan bir dadının evinde yaşamaya başlıyor. Diğer çocuklar birer birer ayrılırken dadıyı tatlı diliyle kandırıp yıllar boyunca o evde yaşıyor Flanders, bu tatlı dili çoğu zaman başını dertten kurtarmasına yarayacak, idamdan yırtması mesela. Neyse, evlere gidip kadınlarla birlikte çalışmaya, basit ev işleri dersleri vermeye başlar, sonrasında evlerden birine hizmetçi olarak girer. Çocukluğundan beri amacı kibar, nazik bir kadın olmak ve soylular gibi yaşamaktır, evin iki oğlunun hamlelerini bu yüzden geri çevirmez. Büyüğe âşık olur, sevişirler, adam evliliğe yanaşmaz çünkü dünyalar bambaşkadır. Sıra küçüğe gelir, onun niyeti Flanders’la evlenmektir ama ailesinin itirazlarıyla baş etmek zorunda kalır. Nihayetinde Flanders o evden ayrılır ve tanıştığı bir adamla okyanusun karşı yakasına gider, Virginia’daki bir çiftlikte yaşamaya başlar. Hemen her olayın tragedyalarda bir karşılığı varmış gibi duruyor, Flanders’ın evlendiği adam aslında kardeşidir, Flanders karşısına eşinin annesi olarak çıkan öz annesini tanıdıktan sonra dünyası başına yıkılır ve sırrını daha fazla saklayamayınca annesine açılır. İngiltere’ye dönmesine karar verirler, eşiyle sürdürdüğü mutlu ilişki durum ortaya çıkınca sallanmaya başlamıştır çoktan, ardında bir mektup bırakarak İngiltere’ye döner. Yirmili yaşlarının sonlarındadır artık, gençliğini ve güzelliğini kaybetmek üzere olduğundan bir an önce yağlı bir kapıya yamanmaya çalışır. Evliliği sürse de eşi uzaklardadır, tekrar evlenmesinin sorun teşkil etmeyeceğini anlayınca evlenir, adamın iş gereği uzaklara gitmesi başka erkekleri yolmasının önünü açar. Kancayı taktığı adamlardan para sızdırır, top top kumaşlar çalıp pazarlarda okutur, yakalanmasına ramak kala işi şirretliğe vurarak dükkân sahibini mahkemeye verir, iftira suçundan adamı tazminat ödemeye mahkum ettirir, fırtınalı bir yaşamı vardır kısacası. Yan hikâyeler tansiyonu yükseltir, örneğin namuslu bir adamla evlendiğini düşünürken adamın yaptığı soyguna şahit olur ama maskelerden ötürü adamı tanımaz, çok sonra karşılaştıkları zaman birbirlerini sevdiklerini anlarlar ve mucizevi bir şekilde ikisi de ölüm cezasından yırtar, mutlu olmalarının önünde engel kalmamıştır. Yasadışı bir iş yapmayacaklarına dair yemin ederler, namuslarıyla yaşamaya başlarlar. Dünyalığını yapmıştır Flanders, refah içinde yaşayabilir artık, hamisi olan kadının ölümünden sonra kendi yoluna gider artık.

Evliliğin aşamaları hoş, en başta karşılıklı etkileme eylemleri başlar, istisna yoktur. Adam bir dünya para döküp kadını etkisi altına almaya çalışır, kadın dostlarının yardımıyla zengin olduğu izlenimi yaratır, sonunda çıkar ilişkisi kurulur ve evlenirler ama ikisi de yolsuzdur aslında, mevzu ortaya çıktığı zaman aşklarını hatırlayıp evliliği devam ettirmeye çalışsalar da para kazanma yolları pek hoş olmadığından ayrı düşecekleri kesindir, yaşamlar gündeliktir, yarın ne olacağını kimse bilemez. Flanders’ın yaşamı da sürekli bir akışın içinde çırpınır durur, kadın parası azaldığı zaman en cesur eylemlerine girişirken durumu iyileştiğinde tövbe etmeye niyetlenir ama açgözlü olduğu için hep daha fazlasını ister, namusuyla yaşamaya başlaması ancak ölümden döndükten sonradır. Çiftliklerini kurarlar, hayvanlarını alırlar, yeni dünyalarında mutlu mesut yaşamaya başlarlar. Metnin sonuna 1683 tarihi atılmış, 1610’larda başlayan serüven yüzyılın sonuna doğru noktalanıyor böylece.

Romanın yükselişi bahsinde Ian Watt’ın da ayrı bir bölümde incelediği metindir bu, kanonun ve türün önemli örneklerindendir. Tekdüze anlatım sıkar, olaylar bir süre sonra tekrar etmeye başlar ama iyidir, okunur yani.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!