Salapurya Mahallesi‘nin hüzünlü, uyanık, azıcık da kafadan kontak karakterlerini hatırlamak için bakındım biraz, yazmışım da okuyunca hiçbir şey canlanmadı. Böyle oluyor. Unutmamak için yazmaya başlamıştım ama unutmak içinmiş, hani bir yerde kayıt kuyut bir şey olsun da unutmak canımı sıkmasın. Neyse, teknede yaşayan insanların gündelik hayatına dair iyi bir örnek Vincent Ölmeli‘de görülebilir, esas kadının çalıştığı restorandan çıkar çıkmaz takıldığı mekâna giderse gider, gitmezse doğruca teknesine. Tek bölme, küçücük bir alan, yetiyor. Da, o yalnızlık öylesi büyük ki sağlıklı ilişkiler kurmayı engelliyor, ruh sağlığına hasar veriyor, gidip de oralardan kurtulmak aklına bile gelmiyor kadının. Yavaş yavaş çürümek, yaşam. Fitzgerald’ın mahallesinde insanlar bu süreci yavaşlatmaya çalışıyorlar, bir yere gidecekleri yok, gitseler de aynı kanallarda dönüp duracaklar. İnsan eliyle yapılmış su yollarında kimse o kadar ayrı düşmüyor birbirinden, eller karadan da uzanıyor, tam bir kopuş mümkün değil. Thames’te böyle, Johnson’ın anlattığı Oxford doğrudan yabana açılan çok sayıda kanala sahip, kısa sürede kayıplara karışabiliyor insan, komünlerin dışında kalabiliyor. Ağırlıksız bir yaşama biçimi. Tersi yok romanda, yaşamasızlığa yaklaşan insanların uğraşları mutlaka yer kaplıyor, bahis konusu oluyor hikâyede. Charlie diyelim, gözleri görmese de teknesiyle dolanıyor ortalıkta, balığını tutuyor, küçük zevklerinin peşinde. Ailesi gerilerde bir yerde kalmış, ortaya bir daha çıkmamacasına yitmiş, suyu bir kaçış yolu olarak görenlerin hikâyelerine baktığımızda Charlie’nin dinginliğe kavuştuğunu görüyoruz ki nadirattandır, Johnson insanların her şeyi derinlere yollamaktaki maharetinin üzerinde durduğu için kendini kurtarmış bir karakterle karşılaşmak şaşırtıcı. Eh, karakterin ölmesi şaşırtıcı değil, yoluna çıkan genç Marcus/Margot kaza eseri adamın kafasını patlatmadan önce hayatını yoluna koymaya çalışıyordu, artık Charlie’yi de suyun gizlediklerinin arasına yollayabilir. Kanal canavarı mı, suyun öfkesi mi, o yaratık her neyse bu tür bastırmaların sonucu olarak varlığa bürünüyor sanıyorum, yüzyıllar boyunca dibe batan kederler, ölüler en sonunda birleşiyor, dönüşüyor, can kazanıp yüzeye çıkıyor ve karakterleri gerçekte ve rüyalarında kovalamaya başlıyor. Bedene de bürünebilir, bir katilin oralarda dolanması aklının çelindiğini gösterebilir, mistik boyut her ihtimale kapıyı açıyor. Belirsizliğin tam ortasında salınıyor insanlar, onların hikâyesidir romandaki.
Kız Natamam Bir Şeydir‘in atmosferini andıran bir yoğunluk. Travmatik bir geçmiş, çok parçalı. Farklı bakış açılarıyla gösterilen, farklı anlatıcıların diline yüklenen anlatıyı dikkatle takip etmek gerekiyor: zaman çizgisinin neresinde hangi karakter duruyor, başlangıçta adı verilmeyen karakter ileride başka bir zaman çizgisinde yakından tanıyacağımız birine mi dönüşecek, Marcus nam çocuğun Margot’yla ilişkisi yazarın yanlış yönlendirmesiyle biçim kazanıyor olabilir mi, deli sorular. Kadro çok geniş olmasa da Johnson her karakterin geçmişine ayrı ayrı odaklandığı ve keşfedilmemiş alanları göstermeyi ağırdan aldığı için -misal, anlatıcı Gretel’le annesinin geliştirdikleri tuhaf dilin kaynağına inilmez, bu tamamen karanlıkta kalır ama dilin yol açtığı iletişim sorunları ilerleyen bölümlerde ortaya çıkar- okur olarak vazifemiz mühim, noktaları birleştirirken sabırlı olmak gerekiyor. Yetişkinlik başlangıç için iyi bir nokta, her şey olup bittikten sonra Gretel’le annesinin çekişmeleri, anlaşmazlıkları geçmişe dönüşlerle somutlanacak. “Nereden başlayacağını bilmek, şimdi bile, zor. Senin için hafıza düz bir çizgi yerine gelgitleri olan kararsız çemberler serisi. Bazen şiddete yaklaşıyorum. Eğer on altı yıl öncekiyle aynı kadın olsaydın, sanırım bunu yapabilirdim; gerçek seni arıtana kadar döverdim.” (s. 9) Otobüse bindirip bilinmeyene yolladığı çocuğunun ardından bakıyor anne, sonra on altı yıllık boşluk. Gretel için bakıcı aileler dönemi, sonrasında sözlük maddelerini güncelleyerek sürdürülen bir uğraş, yaşama uğraşı. Anlamlı, dilin icadında yer almıyor ama oyunu sürdürüyor, sözcüklerle, harflerle oynuyor Gretel, hiçbir şeyin farkında değilken eğlenceliydi de. Kendilerine ait dünyalarında annesiyle birlikte dolanıyor, küçük delilikler yapıyor, tekneye girip çıkan adamları pek düşünmüyordu, insanların bir anlığına belirip kaybolan kıvılcımlar, ateşböcekleri olmaları mümkündü. O çocuk ortaya çıkana kadar tabii, Margot her şeyi değiştirdi ve birbirlerini görmemecesine ayrıldılar. Gretel yıllar boyunca aradı annesini sonradan, polisi ve hastaneleri aramak alışkanlığa dönüştü. Bir gün, evet, bileği dövmeli bir kadını bulduklarını söylediler. Annesiyle başlangıçta anlaşamıyordu Gretel, kavuşmuşlar mıydı ki? Hafıza düz bir çizgi değil, evet, anımsama yoğunluğu değişir, çarpıklığın üzerine sahte anılar yığılır, akışkanlık her yolağı doldurur da farklı noktaların birbirini beslemesi, hakikate veya uydurulmuş gerçekliğe varması olağan, Gretel morga gidip kadının annesi olmadığını görene kadar neyin hakikat olduğunu bilemeyeceğiz ki sıklıkla başımıza gelecek bu. Metnin oyunculluğu değil sırf, hafızanın devinimi. Kavuşuyorlar gerçekten, bir gün annesinden haber alıyor Gretel, yıllar sonra tekrar birlikte yaşamaya başlıyorlar. Kabullenmenin de romanı, kadın annesini dövmediğine, öldürmediğine göre bütün cinsliklerine katlanacak ister istemez, zaten yarı esrik halde yaşayan annenin ayarları daha da bozulmuş göründüğü için zor bir tecrübe ama Gretel suda geçen kalabalık hayatından, evlerde geçen yalnızlıkla dolu hayatından güç alıyor. Margot’yu arayıp annesine ulaşmaya çalışmasından da belli, en acı anlarını suya gömmeyip o çifti, yıllar önce tanıdığı hoş adamla güzel kadını arayıp Margot’yu sorduğunda annesinin çocuğa düşkünlüğünden yola çıkarak bir ipucu bulmak istiyor. Çiftin Margot “döneminde” tanıdığı Marcus’un hikâyesine ulaşıyoruz buradan, herkesin gömdüğü şeyler var ve Marcus’un gömdüğü de “Margot”.
Çöpün yanına bırakılan bebekle başlıyor o çizgi, bırakan sonlara doğru belli olacak da koca bir spot yanacak anlatının tepesinde. Roger’la Laura birlikte yaşamaktan mutlular, geçici işlerle kazanıyorlar hayatlarını, bebeği bulduklarında telaşa kapılmıyorlar. Eksik tamamlanıyor, yıllar huzur veriyor çifte, Margot büyüyor. Fiona gelene kadar sorun yok, sonradan pişman olacaklar bu çingene ruhlu, kehanetleriyle trajediyi hazırlayacak kadını barındırdıkları için. Antik hikâyelerin uyarlaması gibi duruyor, nehrin kenarındaki çöpte bulunan çocuk, kehanet, babayı hayattan koparıp anneyle birlikte olmaca, tanıdık. Fiona fısıldıyor çocuğun kulağına, bedenindeki değişiklikleri fark ettiyse gitme zamanının geldiğini söylüyor. Margot göğüslerini iyice sarıp kaçıyor kanallara, Roger’la Laura her yere kayıp afişleri yapıştırıyorlar ama bulamıyorlar çocuğu. O sırada hem canavardan kaçıyor Margot hem de bedenini bulduktan sonra ruhunu da bulmak istediği için dolanıyor, insanlarla sınamak istiyor kendini. Gretel’le karşılaşması şaşırtıcı değil tabii, korkmasıysa normal çünkü kendi sihri var Gretel’in, üstelik annesiyle konuşurken acayip sözcükler kullanıyor, ürkütücü. Anneyle Marcus arasında yaşananlar Gretel’in bir başına otobüse binmesine yol açıyor sonuç olarak, sürdürülemeyecek bir ilişki var, belki de kendisi lanete bulaştığı için Gretel’i kurtarmak istiyor kadın. On küsur yıllık ayrılıktan sonra canavar da tekrar çıksa mıydı ortaya, hiçbir şey aynı kalmadığı için hayır, zemine gömülmüştür artık.
On numara roman, son bir alıntıyla bitireyim: “Doğduğumuz yerler bize geri döner. Kendilerini kelimeler, hatıralar, kâbuslar kılığına sokarlar. Onlar bazen göğsümüze bir hayvan oturmuş gibi baskıyla uyanışımız, ışığı açışımız ve uzun zaman önce gittiğini sandığımız birinin karşımızda durup bize bakışıdır. Yine kış geldi. Isıtma tesisatı sabahları takırdayıp çınlıyor ve pencerelerin yanlış tarafında don var. Kaynağa yürüdüğümde donduğunu görüyorum. Radyo istasyonları araba kazaları, rötar yapmış tren haberleri dolu. Bu yıl nehirdeki kışları özlüyorum. Sükûneti. Senden başka kimsenin olmamasını. Geri dönmeni bekleyip duruyorum.” (s. 234)
Cevap yaz