On Sözcükte Çin‘in bir bölümü kitaplarla ilgiliydi, Yu Hua edebiyatın çilesini yakından gördüğü için tanıklığı değerli. Özellikle Kültür Devrimi sırasında yasaklanan kitaplar Batı’nın yaşam tarzını, tüketim alışkanlıklarını empoze ettiği gerekçesiyle ortadan kaldırılınca insanlar saklamayı başardıkları üç beş kitabı gizli gizli okumuş, birbirlerine ödünç vermişler. İhbar edilme korkusu çoğunu paylaşımdan geri tutmuştur, herkesin gammaz kesildiği ortamda rejime karşı gelmenin cezasıyla kimse yüzleşmek istememiştir, yine de kapakları kaplanan kitaplar elden ele dolaşmış, yıpranmış, parçalara ayrılmış ama direnci diri tutmuş. Hua kitap yasağının kalktığı zamanı da anlatıyor, kitapçıların önünde canavar gibi kuyruklar oluşurmuş, insanlar ellerindeki kuponlarla alabildikleri az sayıda kitabı ağır ağır okurlarmış. Açlık çeşitli, tarım politikaları yüzünden ağaç kabuklarını yemek zorunda kalan insanların yanında propaganda harici okuyacak bir şey arayanların açlığı, ailelerinden koparılıp köylere gönderilen gençlerin sevgi açlığı, gider böyle. Sijie’nin doktoru şaşırtmamalı, kürtaj yaptığı ortaya çıkarsa canından olabilir ama bir Balzac kitabı için o riski göze almak aşırı gelmiyor, yıllar boyunca çektiği kültürel yokluğun sonu. Hikâyeci kesilen karakterlerden birinin bütün köye anlattıkları pür dikkat dinleniyor, diğer karakter keman çalarak Mozart’ı tınlatıyor, sanat bir şekilde fırlıyor sağdan soldan. Matrak bir bölüm şu kemanlı olan, şehirli oğlanlar kemanı evirip çeviren köy başkanını izliyorlar. Luo ve anlatıcı şehirden gelmişler, okulların kapatılıp genç aydınların köylere gönderildiği sıra piyango onlara da vurmuş. Orada diğerleri gibi birkaç yıl kalıp geri de dönemeyecekler üstelik, aileleri kara listeye alındığı için bu genç oğlanların köyde ne kadar kalacakları belirsiz. Gerçi isimsiz anlatıcı yıllar sonrasından anlatıyor hikâyeyi, belli ki dönmeyi başarmış ama anlatım zamanına dair hiçbir bilgi yok, sadece geçmişin dünyası. Burjuva aleti midir, aptal oyuncağı mıdır, nedir o keman, köylüler anlamıyorlar ve güzelim aleti parçalamaya kalkıyorlar ama anlatıcı durduruyor onları, bir sonat çalacağını söylüyor, birinci eyvah. Çaldığının Mozart olduğunu söylüyor sonra, ikinci eyvah. Luo akıllı neyse ki, eserin adı “Mozart Mao’yu Düşünüyor” olduğuna göre Batı’nın çürümüşlüğünü taşıyor olamaz, ikna ediyor köylüyü. Trajikomik, on sekiz ve on yedi yaşındaki gençlerin eğitimdeki ilk günleri böyle geçiyor. “O dönemde Luo ile ben, iki suikastçı gibi gizli gizli ve sık sık tartıştık bunu. Ve şu sonuca vardık: Mao entelektüellerden hiç hoşlanmıyordu.” (s. 13) 1971’in başı, daha da uzun yıllar var önlerinde, yaşayacaklar. Anlatıcı ülkenin durumuna değiniyor kısaca: icat çıkarmak yok, matematik, fizik ve kimya öğrenmeye ne gerek, sanayi ve tarım dışında hiçbir şey öğretilmeyecek, ders kitaplarındaki güçlü emekçiler gibi olmaktan başka bir hayal kuranın alnı karışlanacak.
Anlatıcının annesiyle babası doktor, “kokuşmuş bilgiç otoriteler” olarak damgalanana kadar sıhhat saçmışlar etraflarına. Luo’nun durumu biraz daha kötü, babası ülke çapında bir dişçi, Bay ve Bayan Mao’yla birlikte Çan Kay-şek’in de dişlerini tedavi etmiş. “Ve işte, çok değerli bir diş hekimi, Devrim’in Büyük Kılavuzu’nun takma diş kullandığını öyle, herkesin önünde üstü kapalı bir biçimde anlatıyordu; bu davranış, her türlü cüretin ötesinde, millî savunmaya ait bir sırrın açığa vurulmasından da beter, mantıksız ve affedilmez bir suçtu. Mahkûmiyeti şanssızlık eseri ağır oldu; çünkü o, Mao çiftinin ve adilerin adisi Çan Kay-şek’in adını yan yana getirmeye cüret etmişti.” (s. 14) Doktoru tıklım tıklım dolu bir basket sahasının orta yerine koymuşlar, boynunda “GERİCİ” yazan bir pankart, Luo’yla anlatıcı olan biteni izleyerek doktora eziyet edenlerin kimliklerini saptayıp büyüdükleri zaman onlardan intikam almak istiyorlar. Geldikleri yer Anka Kuşu, kuş uçmaz bir yer, yeniden eğitim konutundaki iki yataktan başka pek bir eşyaları yok. Öç alamayacaklar ama düştükleri hal yüzünden dert de etmiyorlar. Yorgunluk, uykusuzluk mahvediyor, hikâyenin çoğu yerinde karşımıza çıkacak kurnazlıkları sayesinde yırtıyorlar biraz: Önce saatin ne olduğunu anlatıyorlar başkana, adam işbaşı yaptırmak için alarmın çalmasını beklerken hoop, kadranı bir saat geri alıyorlar, böylece zaman mefhumları iyice kayboluyor. Bir yerden kazanmaları lazım çünkü hemen her gün bok taşıyorlar mesela, gübre olarak kullanılacak insan tersleri sırtlarındaki kaplardan taşıyor, damla damla akarak yayılıyor. Delirmemek için birinin kemanı, diğerinin hikâye anlatıcılığına sarılması gerekiyor, piyasaya kemandan çok hikâyeler çıkacak gerçi: Yakınlardaki Yong Jing’e giderek izledikleri filmi köyde bire bin katarak anlatıyor Luo, insanları büyülüyor, böylece her ay film izlemelerine karar veriliyor. Bir şekilde yollarını buluyorlar, ölesiye çalıştıktan sonra azıcık konfor çok iyi geliyor ama hayatlarına giren iki kişi yüzünden her şey altüst oluyor bir süre sonra. Gözlüklü ve Terzi Kız olmasa o köyde ölümü sessiz sakin bekleyebilirlerdi belki, gündüz öküzlerle uğraşıp geceleri özgür olurlardı, köylülerin getirdikleri yiyecekler sayesinde aç kalmazlardı.
Gözlüklü şehirden arkadaşları, annesiyle babası tanınmış yazarlar, bu yüzden geri dönmesi daha kolay. Derleme işi tam bir fırsat, eğer dağda tepede yaşayan insanların bildikleri şarkıları türküleri merkeze ulaştırabilirse şehre dönecek, annesinin ayarladığı torpil. Bizim çavuşlardan biri derleme işini üzerine alıyor, gidip eser topluyor da geri geldiği zaman delirtiyor Gözlüklü’yü, kaydettiği bütün türküler erotik, küfürlü, doğada insanlar ne söylüyorsa öyle. Hemen kafayı çalıştırıyor, sakıncalı yerleri değiştirerek Mao’yu övüyor bir güzel, yediriyor yani. Kimselere göstermediği bavulunda bir dünya kitap olduğunu anlıyor bizimkiler, birkaç iş karşılığında bir iki kitabı ödünç alabiliyorlar ama daha fazlasını istedikleri için veda günü bavulu yürütüyorlar direkt, nasıl olsa Gözlüklü şikayet edemeyecek. Terzi Kız kitaplarla birlikte ortaya çıkıyor, Luo’nun anlatıcılığını pek beğendiği için onları köylerine çağırıyor ve ikisiyle de yakınlaşıyor. Luo’yu tercih ediyor tabii, Balzac’ın karakterlerini ondan daha iyi anlatabilen yok. Anlatıcının dümdüz hikâyeleştirdiği olaylar bölüm başlarında ve tansiyonu yüksek anlarda imgeye sarınıyor, iki sevgilinin bir araya geldikleri bölüm Almodóvar filmlerinden fırlama sanki. Anlatıcılar, anlatım teknikleri değişiyor, radikal bir fark yok ama daha dolamlı, renkli bir anlatı ortaya çıkıyor. Diplerde de öyle tabii, Luo’nun evi yaktığı sırada kitapların alev almasıyla kitaplardaki karakterlerin eylemlerinin yarım kalması, karakterlerin yangından etkilenmesi ne şahane fikirdir mesela, Madam Bovary bir yerlerden duman geldiğini söyleyebilir, Goriot Baba bir anda yanmaya başlayabilir, anlatının her yerinden alevlere bir yol var. Nedir, Sijie sona doğru yaklaşırken dengeyi bozar, mizahla kederin rindane farksızlığı ortadan kalkar, karakterlerin acılarına yoğunlaşırız. Terzi Kız hamile kalır mesela, anlatıcı hemen bir doktor ayarlamaya çalışır kürtaj için, yirmi beş yaşından önce evlenmek yasak olduğu için kızı kurtaramayacaktır. Başına olmadık işler gelir, nihayet doktoru ikna eder ve Terzi Kız çocuğu aldırır. Onca roman dinlemiştir tabii, güzelliğin ne demek olduğunu anlar anlamaz kirişi kırmaya çalışacaktır, Luo’nun kalbini delik deşik etme rağmına bir roman karakteri olmak için köyü terk etmeye kalkar, Luo ve anlatıcı kızın peşinden dört beş saat koşar ve vasat bir sona varmamızı sağlarlar, iyi başlayan bir roman sıradan bir şekilde sona erer.
Sinemaya da uyarlanmış bu, izleyeyim. Denk gelen okur bence metni.
Cevap yaz