Babadağ’dan eski bir yapı ustası, üçüncü nesil yapıcı. İşverenle ilişkilerinin nasıl yürüdüğünü sormuş Bektaş, usta kaybolmuş yakınlıklardan, yakınlıkların işe katkısından bahsetmiş: ihtiyacı olan gelip buluyor, tanış oluyorlar. Hal vakit, kaç çocuk, ne yerler ne içerler, sonra esasa geçiliyor. Yer görüldü, istekler alındı, gereksinimlere uygunluk belirlendi, odalar, alanlar tamam. Örnekler belli, falancanın evindeki dolaplar olsa iyi olur, filancanın salonu gibi geniş bir salon. Karar alınıyor, işbaşı. “Başka yerlerde konuştuğum ustaların söyledikleri de aşağı yukarı böyleydi. Bunlardan Antalya’lı seksenlik biri, ev yaptıracak olan kişinin, ustanın evine bir yıl önceden bir çuval buğday yolladığını anlattı. Böylece ilişkiler, ailecek gidip gelmeler başlarmış.” (s. 7) Yaşam alanının kıymeti bilinirmiş o zamanlar, şimdi hazır kutulardan başka bir şey sunulmadığı için gelenek kayboldu. Kaynak kıtlığı bir diğer mesele, kimsenin ne zamanı ne maddi gücü var, uzun uzun uğraşılmıyor da seçiliveriyor kutu, bitti. Ev ile mal ayrımını buradan incelemeye başlıyor Bektaş, hazır elbiseyle terzi elinden çıkma elbiseyi kıyaslıyor, Avrupa’dan yapı örnekleri veriyor, bizde işlerin nasıl yürüdüğünden bahsediyor, son bölümde de dahil olduğu beş altı projeden örnekler vererek noktalıyor mevzuyu. Çıkardığı birkaç ders var, özeleştiri olarak da gördüğünü söylüyor bazılarını, mesela toplum oluşumuna katılmadığı çevreyi ayakta tutmaya da yanaşmıyor, bu açıdan kamusal alanda bir şeyler değişecekse bütün paydaşların çalışmalara katılması lazım. Sadece kamusal değil, özel alanlar için de geçerli tabii: “Bu yüzyılın başında, Batı’da, ‘hümanist’ girişimciler, yaşam biçimlerini doğru dürüst tanımadıkları işçi sınıfı için, ‘onlar bunu isterler’ diyerek evler gerçekleştirdiler. Ancak bu evler kısa sürede el değiştirdiler. Daha çok orta sınıfça kullanıldılar.” (s. 8) Taktiktir gerçi, başkaları adına alınan kararlarla ortaya çıkan üretim uyuşmaz yaşam biçimleriyle, hemen peşkeş çekilir. 1968’den sonra toplumu savunanların katkısıyla birtakım denemelere girişilmiş, Danimarka’daki uygulamayı anlatıyor Bektaş çünkü kendisi de bir parçası olmuş çalışmanın, nerelerde aksamaların yaşanabileceğini iyi biliyor. Düşük gelirliler için yapılan konutların el değiştirmesinden bahsediyor bir yerde, ekonomik çalkantılar yüzünden evlerinden olanlar bir yana, yapılaşmanın etkisiyle pahalılaşan yaşam alanında barınamıyor insanlar, kentin çeperlerine doğru göçmek zorunda kalıyorlar. Alt-orta sınıfın itelenmesi aslında, kentler sadece zenginler için, kıyılar da öyle. Bu nevi krizlerin köklerine inince üreticilerle tüketicileri ayrı ayrı eleştiriyor Bektaş, pratik alanı düşününce başta boyut belirleme sorunu çıkıyor ortaya. “Tek kişinin ya da ailenin özel yaşam gereksinimleri yalnızca onları ilgilendiren yapı türüyle karşılanabilir. Oysa toplum için yapılacak yapının, toplumu oluşturanların ortak gereksinimlerinden doğması gereklidir.” (s. 13) Kitabın özeti bu cümle aslında. Açalım, biçimin ihtiyaçtan önce gelmesi insanların gereksinmedikleri bir sürü zımbırtıya sahip evlerin çoğalmasına yol açıyor. Banyo teknesi mesela, Bektaş’a göre kültürümüzde akan suyun altında temizlenmek ön plandadır ama evler teknelerle doldurulmuştur. Öznel, osuruktan yorumum şudur: hayatımda bunu doldurup da içinde bir saat oturduğunu söyleyen hiç kimseye rastlamadım, otuz altı yıldır benim evdekini doldurmuşluğum da yoktur, aksine akan sudan inanılmaz keyif aldığım için duş başlığımı da su pöskürtmeli ayarda kullanırım. Kirin akıp gitmesi iyidir de alafranga tuvalet için aynı şeyi düşünemiyorum, alaturka bizden olsa da hiç sevmem, o kadarını istemek şımarıklık olmasın artık. Diğerleri şımarıklık, evet, ihtiyaçlar belirlendikten sonra devasa bir ev lüzumsuz, statü göstergesi olarak kullanıldığı için en büyüğünü, en yenisini istiyoruz ama boğuluyoruz onların altında, az olan iyidir. Bektaş sormuş bir de, hani o banyo teknelerine sahip olanlar sıcak su istiyorlar mıymış evlerine, hayır, çoğu gerek duymuyormuş, o zaman tekne niye? Moda işte, reklamların etkisi, herkesin bir banyo teknesi isteyeceğine dair önyargı, öylesinin daha kârlı olması, orada da rant dönmesi derken gudik evlerde yaşamaya devam ediyoruz, istediğimiz gibi bir eve kavuşamıyoruz çünkü hem fabrikasyon olmadığı için daha pahalıya mal olacak hem de aşina olduğumuz yaşam alanlarının çok uzağında yapılabilecek. Kırsalda işler daha kolay, kentte mümkün değil. Oldu da tutturduk, yaptıracağız, üstelik Bektaş gibi işinin ehli, insanı tanıyan birini de bulduk. İdeal süreç mevcut: “Stuttgart’ta yerleşmiş Çin asıllı bir mimarın, evini yapacağı aile ile altı ay birlikte yaşadığını duymuştum. Ben kendi uygulamamda birkaç gün birlikte yaşamakla, karşılıklı konuşup tartışmakla, onları dışarıdan, ilişkileri içinde gözlemekle yetinmek zorunda kaldım. Çözüm önerimi, mimarlık eğitimi görmemiş kimselerin de anlayabileceği bir anlatımla sunmaya özen gösterdim. Bu anlatım için benim şimdilik bulabildiği en iyi yol, büyük ölçekli (örneğin 1/20 ölçeğinde) bir maket sunmak oldu. Maketi işverene en az bir aylığına bıraktım. Onun önerimi üç boyutlu olarak canlandırabilmesine yardımcı oldum. Maket, üzerindeki tartışmaya, bütün ev halkını katmaya çalıştım. Maket gerekirse kırılıp sökülüp değiştirilebilmeliydi. Bir önerinin değişmez biçimsel simgesi değil, bir tartışmanın, birbirini anlamanın, yeni öneri üretebilmenin gereci olmalıydı… Daha sonra çocuk çocuk tümünün eleştirilerini, önerilerini saptadım.” (s. 18) Denizli’deki meydanı tasarlarken daha büyük ölçekte uyguluyor bu planı Bektaş, vatandaşı katıyor, idarecileri katıyor, kaymakamdır, belediye başkanıdır, alayı geliyor, herkesin fikirleri toplanıyor, planlar değiştiriliyor, düzeltiliyor, son aşamada başlıyor iş. Masa başında birkaç memurun aldığı kararla başlamıyor yani, bu yüzden halk yapıyı benimsiyor, koruyor. Edirne’deki toplu konutlarda işler başka türlü yürümüş ne yazık ki, orada rant çok büyük olduğu için kooperatifin yönetim kurulu sürekli değişmiş de sallamamışlar Bektaş’ı, katılımcılara ulaşıp planları değiştirtmişler, eksiltmeler yaparak malzemeyi cortlatmışlar, alanları büyütmüşler de sosyal yaşamın sağlıklı bir şekilde yürümesini sağlayacak biçim bozulmuş bu kez. Kısacası sağdan kırpıp soldan çarpıp bok etmişler olayı, 12 Eylül’den sonra da çalışmalar durmuş zaten. Merak ettim, günümüzde nasıldır acaba o yüzlerce konutluk iş?
Mimar neresinde bunların, bir kere merkezinde değil, giderek de uzaklaştırılıyor merkezden. Demokratik bir işleyişten söz etmek mümkün değil, düdüğü çalanlar da işten hemen hiç anlamayanlar olduğu için mimarın önüne konan projeyi imzalayıp geçmesinden başka şansı kalmıyor bu durumda, yoksa işinden olacak. “Mimar, kullanıcının katılımı dışında, değişik disiplinleri yardıma çağırarak kendi dalı açısından gelecek projeksiyonunu elinden geldiğince becerebilmek zorundadır.” (s. 22) Ekonomik arızaları atlatabilirse optikten psikolojiye pek çok disiplinle haşır neşir olması gerekecektir mimarın, elde ettiği verileri bilimle tokuşturup en iyi sonuca varmalıdır ki bir nesil sonra kullanılmayacak yapılar çıkmasın ortaya. Finlandiya’da sabit banyo ve mutfak dışında evin geri kalanının tekrar tekrar oluşturulabileceği malzemeden imal edilmiş konutlara bakınca betonun kısıtlayıcılığı yüzünden teknik çıkmazda olduğumuz malum, bu durumda baştan düzenlemek gerekiyor süreci. “Yatırım alanında, yalnızca ekonomik nedenlerle kullanılan ön-yapım üretim yöntemi bugüne dek kendi evini, kendi ölçüleri-olanaklarıyla yapan halklara, beton kutular, zindanlar üretmektedir. Apartmanlaşmanın getirdiği sorunlar, neredeyse yaşam sorununa dönüşmüştür. Üretim yeriyle oturma yeri arasındaki dengesizlik, yabancılaşma, yeni düzenler gerektirmektedir.” (s. 51) Pelitköy örneğiyle bitireyim, Bektaş bu güzelim yere yatım evi -pansiyon sanki- yapması için çağrılır, çok da güzel planlar oraları da bir bakar, İller Bankası kuralları gereği 25 TL ödenen yatak ücreti 250 TL olacaktır inşaattan sonra. E oraya gelenler su kaynaklarından faydalanan köylüler, düşük gelirliler. Ne oldu, peşkeş. Bektaş’ta çok hikâye var böyle, anlatıyor da okuyanı olsa keşke.
Cevap yaz