Hafifbilek’in öykülerini “çok kötü”, “kötü” ve “vasat” olarak ayırmamak için hemen iyi bir metin bularak okumalı, üç grubu teke düşürmeli ve “çok kötü” kategorisini doldurmalıyız. Orta karar bir metin bularak “kötü” kategorisini, kötü bir metni okuyarak “vasat”ı da doldurabiliriz çünkü paşa gönlümüz. Asgari öykülerden yakasını kurtarabilen iki üç öyküyü çekip alırsak geride bol seksten başka bir şey kalmıyor. Kötülük nöbetlerine bakalım, kronik. “Düşler”, “Keşkeler”, “Gerçekler” olmak üzere üç bölümde toplanan öykülerin ilki lirik bir prensin çocukluğu arayışındaki karahindiba uçarılığının hüzünbazlığını terkip ediyor. Anlatıcı geniş kıyılara gelmiş bir yerlerden, kayacıklarda çağlıyor, kıyılarıyla oynaşıyor, onlarla öpüşüyor, kendi sesini içiyor falan, imge imge çağlıyor adeta. Antalya’nın kıyılarından bahsediyor sanırım, Hafifbilek’in Antalya’da çok mühim yerlere başkan olmuşluğu var, oraları pek sevdiği belli. “Doğum Günü” öyküsünde -günlüğe yazılacak şeylere öykü deyince jandarmayı çağırasım geliyor- anlatıcı yine geçmişin itidal topaklarındaki acıları bir camcı nazikliğiyle çerçeveliyor: yıllar incecik resimli yol yaygısı, anlatıcı duvardaki resme bakmıyor çünkü hitap ettiği her kimse onun yüzünü görmek istemiyor, sürekli doğum gününü kutluyor o kişinin. Bir ağacın köşesinden dönüvermişler, sonlarıyla karşılaşmışlar, otuz dokuz yıl mı ne geçtikten sonra kendine çiğdem toplamaya başlamış. Finalde neden boşandıklarını soruyor. His var, elem var, günlük diye bir şey de var. “Toplu İğne”de işler ilginçleşiyor biraz, Ulu Büyücü’yü arayan Teğmen’in çok zahmetli yolculuğundan sonra aradığını bulması, istediği büyüyü yaptırması -bu müthiş tırt, büyünün sözleri Teğmen’in arzusunun tersten okunuşu, ööf- ve kitabın dan diye kapanması. Anlatıcı aradığı büyüyü bulduktan sonra fotoğraf albümünü açarak kitaptaki sözleri söylüyor, iğneleri batıracağı kadınlara bakıyor. Sevgililer, eski eşler teker teker aramaya başlıyorlar adamı, sonra eski eşlerin en eşi kapıyı çalıyor. Adam çağırmış sanki, öyle hissetmiş kadın, yanında getirdiği iğneyi adamın fotoğrafına saplayıveriyor. “Şimdi yüksekten bakıyorum. Bana otopsi yapıyorlar. Doktorlar kalbimden bir şey çıkardılar, aptal aptal birbirlerine göstermeye başladılar. Biraz aşağılara doğru uçtum, ben de ne çıkardıklarına meraklanmıştım. Gördüğüm, karımın kırılan broşunun iğnesiydi.” (s. 27) Giriş, gelişme, sonuç. Eskileri geri getirmek, getirirken karakteri terse yatırmak. “Bak bu aga da böyle diyor” şeklinde göstermeye gerek yok da denk geldi, Lidia Yuknavitch’in Dünyanın Sonundayız nam bombastik metnini okuyorum şimdi, anlatıcı hayatın tek bir hikâye katmanına sığdırılmaması gerektiğini söylüyor. Hah! Hafifbilek’in nöbetlerinden biri çok da ilginç olmayan fikirleri zart diye başlayıp zort diye biten öykülere sıkıştırmak. Yaş bu, çok yaş, naftalin dökülüyor. “Ter” bir başka kronik arızanın ürünü, hikâyeyi doldurmadan çeke çeke uzatmak. Anlatıcı uzaklarda bir tatil köyüne gidecektir çünkü aldatılmıştır, acıyı dindirmek için kendini dağların çağrısına, kuşların cikliğine bırakmak ister. O meşum günden önce iş çıkışı bir barda üç duble rakı içmiş, sonra aç karnını çerezle doldurmuş, eve gittiğinde eşinin aşağılayıcı bakışlarının altında sıcak çorbasını lüplettikten sonra İzmir köftesini gömmüş, ekmeği suya bana bana yemiş, üzerine aşure. Eeh. Bir zaman sonra eve erken gittiğinde eşini bir adamla güreşirken yakalar, kadın pişman değildir çünkü çoktan bitmiştir, adam fark etmemiştir sadece. Buraya kadar klişe sadakatsizlik hikâyesi, bundan sonrası garip bir gerilim. Tatil köyündeki kadınlardan birinin eşi aslında yok ama var, kadının yanındaki adamın eşi var ama yok mu ne, söyledikleri birbirini tutmuyor, anlatıcı gizemi çözmeye çalışırken fıttırıyor. Ne, birinin eşiyle diğerinin eşi sevgili olmuşlar, ölmüşler, bunlar da beraber tatile gelmişler. Daha da ne, anlatıcı bir tımarhanede, ter kokusu, atletik yapılı adam, Sicilyalı, Venedikli girdabına dolanıp duruyor, meğer kafayı yemiş çoktan. Kötü bir gerilim filmini baştan sona izlemek gibi bu tür öyküleri okumak, ansızın dört litre hibiskus içme isteği uyandırıyor. “Özlem”le ilk bölümü bitirelim, tahammülüm kalmadı. İki sevgili gecenin ortasında oturuyorlar, suskunlar, sonra bir anda susmamacasına konuşmaya başlayacaklar. Adam askere gidecek, kadın cepheden uzak durmasını söyleyecek ama askerlik, adam muhtemelen ölecek. Ölmeyeceğini söylüyor, “onlar” için yaşayacakmış, üç ay sonra döndüğü zaman kadınla evlenecek. Yağmur başlıyor, adam o şiirli sözlerini bırakıp kadının yağmurda kalmasını istemediğini söylüyor, belki bebeğe zararlı olurmuş. Kadın bombayı patlatıyor, bebeği aldırdığını söylüyor. Yüzümü buruşturdum, groteskin bu kadarı fazla sanıyorum. Yüz kırıştırmak. Buna her denk geldiğimde kırışık sayfa halini alan bir yüz hayal ediyorum, şöyle.
“Mutluluk Cihazı”. Adam limana doğru yürüyor, insanlar yürüyorlar, adları Zeynep, Mahmut, Ekrem, Güldane. Antalya’nın vıcıklaşmış asfalt yolları, Akdeniz’in beyaz düşleri, dalgaların hoşur hoşur hareketi. “Güneşe baktı, çoktan intiharını tamamlamıştı, ölümü kaçırdığına üzüldü. Dağların doruğunda kanı bile kalmamıştı. Balıkların solungaçları kanlıydı.” (s. 68) Hafifbilek’in ani yükselişlerine bittim, hayat akıp giderken araya eğretilemeler, analojiler giriyor, sonra hemen kayboluyor, sanat atağı vuku bulur gibi. İşte, çalgılar var, çengiler var ama insanlar pek bakmıyorlar çünkü geçim derdi, hayat gailesi, toplumsal bir yanı da var öykülerin. Bir mutluluk makinesi olsaymış oysa, insan cep telefonu gibi yanında taşısaymış da bir tuşla hop, mutluluk portlatsaymış ama TSE belgesi olmayanlar alınmamalıymış çünkü falan filan. “Kısmet ya da Denizin Dediği Olur” öyküye benziyor biraz, Hasan Kaptan’ın yaşlanıp tekneden elini ayağını çekmeyi düşündüğü sırada hayırsız oğlunun başka işler peşinde koşmasıyla ilgili. Turizm gelmiş oralara, turistleri geziye çıkarsalar çok daha fazla kazanırlarmış oğlana göre. Hasan turistleri bok yığını olarak görüyor, gavur karılarını teknesine bindirmezmiş. Zaten oğlan da içip içip evin yolunu unuttuğu için sabıkalıymış, eşi tekmeyi basıp uzamış oralardan, hayırsızı bir başına bırakmış. Yine bir dört dörtlük Türkçe vakası var, kitap gibi konuşuyorlar maşallah. Bir kere küfretsin şu gemiciler ya, ben mi kaykık örneklerle karşılaştım anlamadım ki. Öykünün sonunda Hasan iç hesaplaşma sırasında kafayı yer, teknesine kötü bir şey yapacağını düşünürüz, iskeledeki yangını izlemek için koşturan insanları gördüğümüzde adamımızın bir halt yediğini düşünürüz ama nedir, teknesiyle eski kırıklarından birine damla sakızı götürmektedir o sıra Hasan. Hayalet gemi veya değil, iki türlü de meh. “Kadınlardan Bir Kadın”la bitireyim, bu ıstırap son bulsun. Cumartesi günü oğlan bir yere gidiyor, kocasının il dışında bir işi var, yıllardan sonra ilk kez yalnız kalacak kadın. Geç kalkmak istese de sabahın köründe dikiliyor ayağa, geri yat. Hayal kuruyor, bir sürü şey yapabilir o gün, istediği kitabı okuyabilir, iş yapmayabilir, kocasının ve oğlunun istediği yemekleri pişirmek zorunda değil. Biraz geçmişe gidiyoruz, kadın asistan olarak çalışıyor üniversitede, oğlunu sütten kesilene kadar beslemek için izin alıyor çünkü anası da onu beslemiş. Dönmenin zamanı gelince koca çıkıyor piyasaya bu kez, evinin kadını olması için ikna ediyor bizimkini, çocuk bakma yılları. Tanıdıkları doçent, profesör, bir şeyler olmuşlar, kadın yerinde sayıyor. Kadın neden yerinde saydığını bilmiyor. Öykü de kadının neden yerinde saydığını bilmiyor, sadece eylemlerini ve düşüncelerini sıralıyor. Kadın boşanmayı düşünür düşünmez ertesi gün ne yemek yapacağını takıyor kafaya, son. Dümdüz. Sıkıcı.
Lüzum yok, pas geçilebilir. Telos nasıl basmış bu öyküleri, hayret.
Cevap yaz