1990’larda çevrilen kitaplardan denk geldiklerimle ilgili tuhaf bir durum var, sanki protokol dışında pek kimse okumamış bunları ki protokol de pek bir şey okumadığına göre kim okumuyor bu kitapları? Helmut Krausser’e baktım mesela, en bilinen kitabı dahi çok az oylanmış. Kötü bir yazar değil, aksine. Ey? Bongrand’a baktım, üç oy verilmiş şu romana. Üç. Vasat bir roman, tamam da nelere neler veriliyor yani, bunların görülmeme sebebi? O kadar da fena değil Maximum, hani sırf aile eleştirisinden bile yürüyebilirdi, yürüyememiş, ilginç. Sel bu kitabın haklarını neden aldı mesela, kitap o dönem çok ses getirmiş olsa etkisi mutlaka yansırdı bugüne, neden hayalete dönmüş bilmem. Max’in macerası okunmayı hak ediyor, kesin. “Ben bir köpeğim. Konuşmam, duymam, düşünmem. Yerim, içerim, tuvaletimi yaparım. Elimden geldiğince yaşama aldırmamaya çalışıyorum. Bir adam boyu yüksekliğinde bile göremem. Hiç kimse için bir tehlike oluşturmuyorum.” (s. 7) Köpek değil Max, bedensel engelli bir çocuk, on dört yaşına dek acıyla yaşamış, önemsenmemiş, dışarı çıkarıldığında arabanın arkasında bırakılmış, mağazalara veya pastanelere dışarıdan bakmış hep. Tüy dökmüyor, fazla ses de çıkarmıyor çünkü duymuyor kendini, evde bir köpekmiş gibi dolanıyor ve daha da önemlisi hikâyeyi bir köpeğin gözünden anlatır gibi anlatmaya başlıyor, mizah duygusu da gelişkin. Kadın geliyor eve, yemek yapıp televizyonun karşısına geçiyor, adam gelip odasına kapanıyor diyelim, buradan çıkaracağımız şey iletişim sorunu yaşayan bir çiftin gündelik yaşamı olabilirdi, makul ama biri Max’in annesi, diğeri de abisi. “Onun odası eskiden benim odamdı, bana salonda küçük bir köşe ayrılmadan önce, ben o odada kalıyordum.” (s. 10) Çocuk ortadan kaybolsa rahat edecekler, sıradan bir eşya gibi davrandıkları Max’e tekerlekli bir oturak almayı akıl edebilmişler neyse ki, bacaklarını kullanamadığı için oradan oraya kayarak gitmek zorunda Max. Annenin arızası büyük oğluna düşkünlüğünde de ortaya çıkıyor, türlü tatlılar yedirmeye çalışarak çocuğu şişmanlatmaya çalışıyor ki el âlemin kızları götürmesinler yavrusunu. Max’in eve gelen sevgilinin iç çamaşırını dişlerinin arasına kıstırıp kaçırması, abisinin peşinden koşup çamaşırı sakladığı yeri sorması, ardından öfkelenip kafayı yemesi, yani duygu geçişleri o kadar absürt ve beklenmedik ki trajikomiğin tam karşılığı. Donun yastık altından çıkması da matrak, annesinin yatağına koymuş Max. Altta yatan maksat anneye kendini sevdirme çabası diye düşünüyorum, abisine karşı ortak cephe oluşturmaya çalışıyor ama annenin tahammülü yok çocuğuna, hiçbir şekilde yan yana gelmek istemiyor. Olay örgüsü pek sıkı değil, hikâye yürüyor, Bongrand anlatım tekniklerini değiştiriyor arada sırada, bu don bahsinden sonra annesiyle yaptığı hayalî konuşma aşırı faş ediyor aralarındaki geçimsizliği de farklılık iyi, tekdüze olmaktan çıkarıyor anlatıyı. Biraz Nick Hornby havası da var, onun kaleminden çıksa tam olacakmış metin sanki. Keyif veren bir acı mı demeli, hüznün kaynağı gölge gibi düşüyor matrak anların üzerine, varlığını hiç unutturmuyor, öyle bir karışım. Film izlemekten başka bir uğraşı yok Max’in, klasikleşmiş sahnelere tanıdığı insanları koyarak Sam’e tekrar çaldırıyor şarkıyı, ayrılıkları canlandırıyor, teselli. “Belden aşağı felç ancak sağlıklı, kadın düşkünü ancak iktidarsız, yardıma muhtaç ancak herkes tarafından tanınan büyük bir star olunabilir mi? Aşk, intikam alma hırsı, hayranlık ve aşağılanma aynı anda yaşanılabilir mi?” (s. 29)
Çocuğun saçları için iyi olan bir şampuan anneye de iyi gelebilir, köpek için iyi olan bir şeyse çocuk için de iyi olamaz ama öyleymiş gibi davranılırsa ne olur, tekerlekli gerece teneke kutular takılırsa Tanrı’nın gerçekten var olduğunu düşündürecek bir şey olur. Bir gün kapının kilidinden sesler gelmeye başlar, gecenin bir vakti annesinin geldiğini düşünen Max gözlerini kapıya diker ve içeri süzülen yabancıları sessizce izlemeye başlar. Yatak odasında eşyaların devrildiğini duyunca polisi aramayı düşünür ama büyük sırrı açığa çıkar o zaman, sağır ve dilsiz olmadığı anlaşılır! Sürprizlerle dolu bir hikâye. Max okura da dürüst davranmıyor, şu sahnedekinin biraz daha hüzünlüsü. Yatak odası tamam, başka yerlere bakıyorlar, içlerinden biri Max’i fark ediyor nihayet. Karar ânı, bir türlü bulamadıkları mücevherlerin yerini göstermeli mi Max, “pis fahişe”nin sakladığı ziynet eşyalarını ortaya çıkarmalı mı? Oradan kurtulmanın bileti karşısında duruyor, yardımsever de bir çocuk, hemen gösterip adamların işini kolaylaştırıyor. Mücevherler, abinin odasında sakladığı para, televizyon, satılabilecek ne varsa. Önce deli olduğunu düşünüyorlar, Max hayatını hızlı hızlı özetleyince Momo basıp gitmeleri gerektiğini söylüyor ama Sam çocuğu da alıyor yanına, minibüslerine binip uzuyorlar. İkisinin arasına sıkıştığında dimdik durabiliyor Max, gerçek bir adam olduğunu ilk kez hissediyor. Kaçırıldığını düşünecekler, sorun değil, annesinde bir tanecik olsun fotoğrafı yok. Özgürlük, muazzam. Sam’in sigarasından bir fırt, tanışma faslı, “d’Artagnan” diyorlar çocuğa, matrak. Geldikleri eski ev görünürde umut vadetmiyor ama insanları tanıdıkça hayatının en doğru kararını aldığını anlıyor Max, mutlu olacağı yeri nihayet buldu. Ailenin seçilebileceğini düşünüyor, biyolojinin belirledikleri geçici.
Momo ve Sam’in hikâyeleri aralarda karşımıza çıkıyor, Max’le geçirdikleri vakitler onlara da iyi geldiği için uzun süredir unutmaya çalıştıkları şeylerden kurtulabiliyorlar. Kaybetmişler kısaca, denemişler ama bir şeyler yolunda gitmemiş, tanıdıkları insanlardan ve bildikleri çevreden uzaklaşmışlar, birbirlerini bulana dek sürüklenmişler. Altmışlı yaşlarındaki Denise ve Momo’nun kızı Elina’yla kadro tamam, bir de sık sık çiftliğine gittikleri Georges var, tavuk kovalarken izlemesi Max için en büyük eğlence. Bağlantılar zayıf ama, mesela yaşadıkları evi piyangodan çıkan parayla almışlar, birbirlerini bulmalarının dışında aynı çatı altında yaşamaya karar vermelerinin gerekçesi iyi işlenmemiş, derinleşebilirdi. Hani üzüntü verici olduğu için anlatılmayan hikâye de yok gibi, boşlukların sebebi olarak sunulamaz. Max’in ikide bir vicdan muhasebesi yapması bir diğer zayıflık, zaten yaşamının ne kadar zor olduğunu başından beri görmemize rağmen yaşamın yaşamaya değmediğini uzun uzun anlatması meh. Neyse, birlikte geçirdikleri zaman rüya gibiyken üç gün sonra televizyonda ağlayan annesini görüyor Max, polise göre fidyecilerin araması an meselesi. Ailesinin kodese girmesine yol açmamak için intihara yelteniyor Max, kendini otoyola atacakken Georges’e denk geliyor da kurtuluyor ama daha kötüsünü yaşıyor, İspanya’ya gitmek için soygun yapmaya kalkan Momo’yla Sam’in başına gelenleri görüyor. Anlatının en zayıf kısmı burası, aslında tansiyonun zirve yapması gereken yerde yavaşlama yok, olaylar hızla akınca o yoğunluk oluşmadan geçip gidiyor sahne. Sonuçta Max olay yerinde bulunduğu için karakola götürülüyor, sorgulanıyor, annesinin yardımıyla kurtuluyor ama kadının gücü yok artık, oğlanı bir sağlık tesisine kapatıyor. Travmatik bayağı, Max çok zor günler geçirdikten sonra normale döner gibi olunca hop, kapıda Denise. Paul son parasını yeni arkadaşına verip tesisin çıkış kapısını işaret ediyor, açık. Yallah mutlu yarınlara. Beş aydan sonra tekrar özgürlük, buruk tabii. Yeni bir araç yapmışlardı Max’e, çocuk istediği yere hızla gidebiliyordu, daha da önemlisi konuşabiliyordu, yetilerini gizlemeye lüzum görmeden mutlu mesut yaşıyordu. İspanya’da yine yaşayacağını düşünüyor, sınırın öte tarafı umut.
Okunur. Vasat, yine de kıymeti var.
Cevap yaz