“Ölünce çok sevinirim,” dedi, sahilden yukarı doğru yürümeye başladık. O zamanlar öyleydi. Ben de bir hafta hiç gülmeyeceğimi ilan etmiştim bir gün, onca acının ve saçmalığın arasında gülecek ne vardı çünkü. O zamanlar öyle. Annesi fark etmesin diye okul çıkışlarında bir şişe parfümü üzerine boca ederdi. Yılbaşını yalnız geçirmemek için, “Tekrar deneyelim,” dedim, jeton atıp kaldığımız yerden devam eder gibi, ne demekse o. Anlamıştır. İki dönem alt. Okula aldılar, ilginç, Burhanettin Abi bir şey demedi. İlk dört ders yokuz. Evi aramamışlar. Biraz geriye. Kapıdan girerken okulun kocaman adı tam karşımızda, ne zaman astılar onu, yeni. Altında bir sıra pencere, kütüphane. Sınıfları kütüphaneye uzaklığına göre sevdim. İlk sınıfım birinci kattaydı, o zamanlar döndürüp döndürüp aynı şeyleri okuyordum, evde pek kitap yoktu. Yaban‘ı on kez okumuşumdur. Ultima Online oynuyordum, sabahın beşinde kalkıp üç saat maden kazıyordum, zırh yapıp satıyordum. Okulla ev on beş dakika, hep geç kalıyordum, en sonunda İngilizce öğretmenim Mr. Dumrul aileme şikayet edeceğini söyleyince iki set az yapıp zamanında gitmeye başladım. Nasıl oldu bilmiyorum, başka sınıftan Ultima bağımlısı biriyle tanıştım, o da hazırlık. Gecenin bir köründe uyanıp birlikte oynamaya başladık, mezarlıklarda ve zindanlarda sürttük, PK’ların -pe ka, böyle- peşinde koştuk, mage karakterlerimizle Sosaria’yı kurtardık. Peh. İlk yıl öyle geçti, bölümleri seçtikten sonra aynı sınıfa düştük ama fırtına dinmişti, muhabbet etmedik pek. Şimdi bankacı, evlenmiş, bir çocuk sahibi ve İngilizce biliyor.
Bir sıra pencerenin üzerindeyiz, en üst kat. Yıkık fabrikanın ardında Heybeli uzanıyor, biraz Büyük. Teneffüslerde çıkabilirsek fabrikaya girip sigara içiyorduk, üç kişi. Mektep Caddesi’nde Demet’e teyzenin biri kızmamıştı henüz, “Şu yaşında sigara, utan,” dememişti, Demet’in gözleri dolmamıştı, sigarayı bırakmaya karar vermemişti. O zamanlar her şey kolaydı, öyleydi. Ece’ye neden âşıktım ve neden sevgiliydik, olağanlıktı. İlk biramı o içirmişti, o boku nasıl içtiklerini düşünmüştüm ki şimdi de içmem, eve giderken iki birayla leblebi alayım demem, durduk yere canım bira çekmez, canımın bira çektiği olur şey değildir. Lakin ne zaman bir araya gelsek, yirmi yıl olacak seneye, ne zaman buluşsak illa bira alırım, Ece de. Şimdi sosyal sorumluluk projelerinde çalışıyor, evlendi, düğününde oynadık, kardeşiyle biraz eski günlerden konuştuk ve havuza atladık. Ece çocuk sahibi değil. Henüz. İngilizce biliyor tabii. ÖSS üçüncüsü çıkarmıştı okul, İngilizce zümresi çok iyiydi. Mr. Dumrul’un karşısında ter döke döke İngilizceyi akıcı bir biçimde konuşmayı öğrendim ve okul biter bitmez hemen unuttum, entelektüel çöl vazifesi gören edebiyat bölümlerinden birindeydim. Bunun efkarıyla fakültenin bahçesinde bir sigara yaksam t-değişmezliği beni fabrikaya geri döndürür, çöpün ortasında kundura ararız, ayakkabı fabrikasıymış orası.
Pencerenin bir kat üzerindeyiz, E-5’i izliyoruz bu kez. Akşamları bazen hayat kadınlarını görüyoruz, günün bitmesine yakın geliyorlar. Koridorun sonundaki sınıf, çıkınca hemen solda koca bir pencere var, caddeyi ve bahçeyi görüyor. Bir gün Ultimacı, iki cins daha, ben kapının önünde duruyorum, zil çalmış, hoca gelecek. İkisi Ultimacının iki yanına geçmişler, kaldırmışlar, sınıfa getiriyorlar. Yavaş çekim, izliyorum. Yaklaştılar, yaklaştılar, Ultimacı ayağını kaldırdı, yaklaştılar, yavaşlamadılar, Ultimacı diğer ayağını da kaldırdı, geldiler ve cama girdiler. Çok ilginçti, önümden geçip çlank! İkisi gülmekten yere yattı, o kadar saçmaydı ki anırdım zannediyorum. O zamanlar şiir yazıyordum, olur da öykü möykü yazarsam bunu kullanırım demiştim, henüz kullanmadım. Bir de Kaan Koç’la tanışabileceğim son seneymiş, iki dönem üst. Tanışmadık. Penguen’de düzenli çizen bir çocuk da bir dönem üstümdü, onunla tanıştık. Kaan Koç’u takip ediyorum da o çocuk ne yaptı, başka bir dergiye geçti mi hiç bilmiyorum. O sene KASDAV’a katıldık, bestede ikincilik. Faruk’un bestesiydi, deli gibi çalmaya devam ediyor. Ezgi sonradan Boğaziçi Caz Korosu’na katıldı, şu çok izlenen 90’lar a capella videosunda gördüm en son. Serhan mühendis, Gizem mühendis, Sarven de mühendis, mühendis olmayan bir ben varım.
Bir kat üzeri, diğer kanattaki koridor. Yine adaları görüyoruz ama bu kez fabrikanın dökük binası yerine inşaat bozuyor manzarayı, okul yapıyorlar. Geçen yıl o okulda seminere gittim, bahçesinde gezindim. Yıllar önce sigara içtiğimiz yerin üzerinde durdum, bir iki metre oynayabilir. Sigara yaktım, tedirginliğime güldüm. Öyleydi. O pencerenin önündeyim artık, kütüphanenin, teneffüslerde Sercan’la takılıyoruz, sonra ben iki üç dakika kitapları inceliyorum. Karamazov Kardeşler‘i okuyunca bir iki şey anladım ama ne anladığımı hatırlamak için tekrar okumam lazım. Faust‘u zamanında geri götürmediğim için Halil İbrahim Hoca azarladı, kitabı utanarak yerine koydum. Eve dönüş tayfası aynı, ben, Ece, Demet, Burak, Umut, bazen Elif. Yol üstündeki kitapçının sepetine yaklaşıyorum, durup beni bekliyorlar. Çok ucuz, bir iki şey alabiliyorum. Abinin hediye ettiği de oluyor, deli gibi okumaya başlıyorum. Birinci aydan sonra dershane, bu kez E-5’ten Kadıköy seferleri başlıyor, hangi otobüs gelirse gelsin varacağımız yer belli. Bir gün nasıl olduysa Ece’den başka kimse gelmedi, ikimiz gittik. Ayrılalı bir yıl olmuş, hâlâ ölmek istiyorum ama üniversiteyi kazanmam lazım çünkü kazanamazsam aç kalacağımı iyice belletmiş bizimkiler, aç ölmek istemiyorum. Aynı dershaneye gidiyoruz, yolda kızın birini takip eden küçük bir çocuk gördüm, Ece’ye gösterdim. “Çantasını kurcalayacak şimdi bak.” Gerçekten de etrafta kimse yokmuş gibi yanaştı, kızın çantasının fermuarını açtı. Ece koşturmaya başladı, ben de peşinden. Çocuğa bir şey demedi, kızın önünde durup uyardı sadece. Garipti. Kız teşekkür edip gitti. Etüt bitince Uçarı’ya geçtik, patso yedik. İhsan Abi: “Ee, nasılız küçük bey ve küçük hanım?” Eşşek kadar boyum var be abi, kızın yanında madara edilir mi? Evi yakın Ece’nin, Nautilus’un arkasındaki büyük apartmanlardan birinde oturuyor, birlikte yürüyoruz. Ben dolmuşlara sonra, ertesi güne kadar şiir yazarım biraz, test çözerim, bir şeyler. Öyle günlerden bir gün kütüphanedeyim, ilginç bir kitap var, Kült Kitap. Bu neymiş diye bakıyorum, elime alıyorum, ilgimi çekiyor. Ödünç defterine yazdırmadan eve götürüyorum, okumaya başlıyorum. İlginç. Dizeler, Orhan Peker’le ilgili bir bölüm, şiir günlükleri, dizeler, çizimler, Mısırkalyoniğne ne garip isimler, burada neler oluyorlar, harala gürele bitiyor kitap, bir daha okuyorum, sonra geri götürmeyi unutuyorum. Az önce yine baktım, şöyle bir göz gezdirdim. Altı çizili satırlar var, ben mi çizdim için düşünceler, çıkamadım işin içinden. Dizelerin, şiir parçalarının, lekelerin altını ben mi çizdim, lekeler benim yüzümden mi, onca zamandan sonra geriye ne kalmış mı, bütün bunların anlamı neymiş mi, hepsini ilk sayfada bulmak için kitabı kapadım, ön kapağı aştım, kaç yıl önce düşülen notu tekrar okuyup güldüm: “There is no need to read this book.” Ölünce çok sevinecek olan mı yazdı bunu, Faruk mu yazdı, ben yazmadım, hatırlıyorum, kitabı elime ilk aldığımda oradaydı ama bundan da emin değilim şimdi. Hiçbir şeyden emin değilim, bunların yaşanıp yaşanmadığından da. Bu ânın öncesi dağınık bir emin olamama hali.
İki şey: “Kadir Has Anadolu Lisesi” yazısına ne zaman oradan geçsem bakarım, pencerenin öte tarafındaki elemanı görürüm. Ve “There is no need to read this book.” Georgette için söylüyorum.
Cevap yaz