Dümdüz, heyecan uyandırmayan kurgular ağırlıklı olsa da Uçuk’un aradan fırlayan tuhaf öyküleri de var, vasatlıkla ustalığın bir aradalığını düşününce Kerime Nadir’in yörüngesinden kurtulan hikâyelerin özgünlük kazandığını düşündüm zira çoğu öykü müthiş ağır bir dramdan ibaret, o akıntıdan nasıl kurtulmuşsa üçü beşi. Kötü öykülerden birkaçı: “Çılgın Bir Aşk” dünya güzeli bir kadına tutulanın geriye dönüp bakarak Eurydice’sini kaybetmesiyle ilgili, ayağındaki delikli sandallarla önden gidip miti tersine çeviren kadını bir yerden hatırlar adam, bir zaman görmüştür onu da başka bir şey hatırlamaz, kadını takip etmekten başka amacı yoktur. “Cehenneme sürüklese bile gidecekti”, bu kez kadın kurtaracaktır adamı. Tek katlı, şirin bir eve girerler, birlikte yemek yapmaya başlarlar, mutlak mutluluğu adamın bitmek bilmeyen soruları böler bir. Kadın adama hiçbir şey sormamasını istemez daha fazla, küskünleşir, en sonunda pes edip bahçeye çıkarır adamı, çiçeklerin üzerine yatıp hafifçe geriye yaslanır. O sıra adam gözlerini açar, karanlık ve soğuk odada ateşler içinde yatmaktadır. Işığı açar, gözlerinde yaşlarla karşı duvardaki büyük duvar takvimine bakar. Çiçeklerin üzerine uzanmış kadın gülümseyerek bakmaktadır. Tournier’nin elinde şahane bir öykü olurdu bu, Uçuk sadece yitirmenin üzerinde durup zenginliği açığa çıkarmaz, kaba acıyla yetinir. Öykülerindeki izlekler bu öyküde toplanmıştır adeta: rüya, hastalık, kayıp. Arada ilginç kurgu oyunlarına başvurur ama hikâyeyi başka açılardan göstermekten başka bir şey yapmaz aslında, “Bir Cevabı Red…” öyküsünde yine ideal bir ilişki anlatılır, coşkulu ve bitimsiz gibi görünen aşkın doğuşu son derece sancılı olsa da sonsuza kadar sürecek gibidir, nihayet kavuşan iki âşık el ele tutuşup geleceklerine yürürler. Uçuk o aşkınlığın yoğunluğunu yansıtmada başarılıdır, karakterlerin heyecanını doğanın sunduğu hediyelerle birleştirir, örneğin toprağın bağrından kopup taşan özün, cevherin olduğu yerde çam kütüklerinden ev yapılır, suların beyaz köpüklerle renk değiştirerek şırıldayışı karakterleri sarhoş eder, aşklar en derin hislerle dile getirilir falan, sevinin ucu bucağı yoktur da nereye bağlanır bu, aslında bir mektuptur ve mektubun anlatıcısına talip olan kişiye yazılmıştır. Anlatıcı anlattığı gibi bir aşkın peşinde koştuğu için başka türlü bir cevabın tesirsiz olacağını düşünür, böylece mesele kalmamıştır. “Aşkın Hediyesi..”, eh, akşam çöker, yıldızlar parıldamaya başlar, Zehra evinde hüzünle beklemektedir. Namık gelmez, gelmeyecektir, Zehra kendi kendine işkence çektirir adeta. Gözlerinden yaşlar akar, çaresizdir. Sonra kapı çalınır, Amerika’dan mektup geldiğini söyleyen postacı müjdeyi getirmiştir. Namık amirlerinin emrettiği biçimde Fransa’ya, oradan Amerika’ya gitmiş, söz verdiği gibi Zehra’ya gelememiştir. Telafi etmiştir bunu gerçi, dayayıp döşediği evi tam Zehra’nın istediği gibidir, evrak ve para işleri de hallolmak üzeredir, Zehra yola çıkmaya hazır vaziyette beklesindir artık. Hiçbir şey istemez Namık, hediye veya başka bir şey lüzumsuzdur, bir Zehra’nın gelmesi yeterlidir. Zehra elini karnına koyar ve bir hediyeyle geldiğini söyler hayalinde, mutlulukları daim olacaktır. Çok basit, zaman çalan bir öykü. “Sana, Bana ve Hayata Dair” de öyle, yine bir dünya hayaller, sevilenle geçirilen güzel anlar, sonra düşlerden uyanma ve kapıdaki ayak sesleri. Âşığı değil de hayal kuran kadının kocası gelmiştir, kadın öykünün üzerine yıkılır ki son bulsun bu acı artık, okur için de. Kadın hayalindeki adamla bir araya gelememiştir, daha doğrusu gelmemiştir çünkü gerçekleşecek hayallerin bir noktada yıkılacağını düşünmüş, birlikte olma şansını elinin tersiyle itmiştir, ıstırabına rağmen hayalin verdiği mutluluk ağır basmıştır. “Gerçek mi Hayal mi?” aynı minvalde, aynı tonda bir öykü. Son olarak bunu anlatmadan önce dönemin rüzgârına kapılmış öykülerin ardında bir hüznün gizlendiğini söyleyeceğim, Olamamış bir şeylerin izi bunca takıntılı bir şekilde kurmacaya yansımışsa metnin dışına çıkarak Uçuk’un yaşamını okumak faydalı olabilir, YKY’den çıkan kitaplarına bakacağım. Son öykü iki hikâyenin birleşiminden, birinde yaşlı kadın mutfakta yaprak yıkamakta, yemek hazırlamaktadır, yeğeniyle yeğeninin genç eşi için güzel bir gece olacaktır o. Tabii yaşlı kadın için de, çifti gördükten sonra anılarının canlanışını yavaş yavaş izler. Yine bir ıskalama hikâyesi, yine cesaret edip o son adımı atamamak, mutluluğu kaçırmak. “Her şey hülyamız gibi oldu. Alkışlar, tebrikler… Fakat ben onun evine gidemedim. Gidemedim çünkü, yüreğimde yıllarca yaşıyan, büyük ve güzel hülyayı hakikate değişemedim. Kırılır, örselenir ve küçülür diye korktum.. Üstünden yıllar geçtikçe hülyam rüyalaştı. Şimdi bazı zamanlar: ‘Acaba gitmiş miydim? Bu hayal mi, gerçek mi?’ diye kendi kendime soruyorum…” (s. 138) Numunelik bir mutlu son var, kitabın son öyküsü kendini fildişi kulesine kapatıp kitaplarına gömülen bir adamın mutsuzluktan kafayı yemesiyle trajikomikleşiyor, karşı komşunun olayı görüp eve gelmesiyle düğümleniyor, ikisinin ansızın âşık olup saadete ermeleriyle çözülüyor. Eh, bir tane mutlu çiftimiz var en azından. Olumsuz örneklerden geçilmiyordu gerçi, “Kafaların içi…”ni gördüm de, tiplikte kalmış kişilerin klişe düşüncelerinin sıralandığı bu öyküye vasat bile diyemiyorum. Yaşlı kadın çantasını kaybetmiştir, çocuklar çantadaki değerli taşların yittiğini düşünüp kabalaşırlar, paranoyaklaşırlar, sonra ailenin en küçüğü bir koltuğun yastıklarının arasından çıkarır çantayı, meğer çanta sıkışmış kalmıştır orada. Mesele tatlıya bağlanır, tipler muhtemelen ananın, ninenin elini öperler, değerli taşları da cebellezi ederler.
Bunların yanında “Ümide Doğru” gevşememesiyle, gizemi sonuna kadar sürdürmesiyle adeta güneş gibi parlar, okura nefes aldırır. Anlatıcı meşalelerle dolu bir ortamda yolunu bulmaya çalışır da nereye, nerededir, nereye gidecektir bilinmez. Ağaçlar tutuşur, ateşten çemberlerin açıldığı bir yerden geçer anlatıcı, keskin kayalıklardan tırmanmaya başlar, uzunca bir yolculuğa çıkar adeta. Su kenarına gelip yüzüne su vuracakken görür, saçları bembeyazdır. Şaşırır, anlam veremez, yaşlanmamıştır da. Sıkıntılı yolculuğun sonunda kendine gelir, yanındaki sevgilisinden ayna ister. Saçları bildiği renktedir de öyle rahatsız bir gece geçirtmiştir ki sevgilisinin saçları bembeyaz kesilmiştir. Acı paylaşılmıştır, o bilinmeyen dünyanın tekinsizliği sevgilinin gücüyle dağılmıştır, beyaz saçlar küçük bir bedeldir açıkçası. “Orman” iyidir yine, küçük pencereden giren kırmızı bir ışık odayı doldurunca Zehra’yla Mehmet uyanırlar, cayır cayır yanan ormanı gören Zehra eşini suçlar, yangın onun işidir. Mehmet cevap vermez ve geçmişte diktiği ağaçları, gözü gibi baktığı bitkileri ve hayvanları düşünür, hepsi idarenin ve işsiz kalan köylülerin elinde yavaş yavaş yok olurken Mehmet için başka çare kalmamıştır artık, ormanı bir yerinden yakar ve cehennemin ortasında kalır. Kıyanlardan kurtarmıştır ormanını, Zehra’ya yalvarır ki kadın konuşup da eşinin hapse girmesine neden olmasın. Doğayla dolu öykülerden bir diğeri “Çınar, Çoban, Kıvılcım!..”, bakınız, ne pastoral bir öyküdür, doğanın büyülü ilkelliğini insanla birleştirir de hikâyeyi diri tutar. Söylence üslubuna yakın bir üslup, kocaman çınarın gövdesini oyan çocukların o ağacın içinde yaşamaları, sonra çocuklardan birinin oradan ayrılmayıp çobanlığa başlaması ve mucizelerin bir parçası haline gelmesi, sıradan insanlar için doğal felaket olarak görülen olaylardan hiç etkilenmemesi, şahane bir öykü kısacası.
Uçuk’un temaları pek değişmez, anlatım biçimi pek alımlı değildir, sıradandır ama bazı öykülerinde kilitleri açar, tekdüzeliği ortadan kaldırır. Bu arayışının ve birkaç iyi öyküsünün hatırına diğer kitaplarını da okuyacağım.
Cevap yaz