Arpad anılarında bahseder tiyatroyu ne kadar çok sevdiğinden, daha çocukluğunda gitmeye başlamış da babası bakmış, iflah olmayacak bir tutku var çocukta, tiyatrolara bırakıp oyun bitince gelir alırmış. Bilet sattığı da olmuştu galiba, bakmak lazım, çok sonraları tiyatro eleştirileri yazmış, 1961 ve 1964’te Berlin Film Festivali’nde jüri üyeliği yapmış falan, çok önemli bir isim. Mücap Ofluoğlu’nun Arpad’ı anlattığı yazısından önemli noktaları çarpmak isterim: “Burhan Arpad, özellikle Direklerarası üzerine kaleme aldığı anı-öykü karışımı yazılarıyla, kapanan bir dönemde bu İstanbul semtinin portresini başarıyla vermiştir. Bu kitapta sözünü ettiği tiyatro insanları Türk tiyatrosuna renk ve anlam katmış unutulmaz sanatçılardır.” (s. 9) Ofluoğlu birkaç eleştiri yazısını kesip saklamış, hani Bertan Onaran’ın da eleştiri yazılarını okudum ama onunkiler tekniğe boğulmuş, aşırı ciddi yazılar, Arpad daha izlenimci, öznel bir noktadan değerlendiriyor oyunları ve oyuncuların performanslarını, renkli bir üslubu var, alımlı yani. Bu kitaptaki yazılarını hangi türe koysak taşar gider, öyküleştirilmiş anılar diyebiliriz, Ruşen Eşref’in röportajlarını andıran bir hava da var. Her telden bir tıngırtı koymuş Arpad, inanılmayacak derecede yakıştırmış üstelik, muhteşem bir toplam. Dönemin tiyatro topluluklarının dinamikleri, oyuncuların psikolojileri, toplumsal çalkantıların sanata yansımaları, ekonomik sıkıntıların yol açtığı yıkımlar, ölüme beş kala oyuncuların yalnız başlarına yaşadıkları evlerin hali, hayalî alkışlar, geçmişe duyulan özlem, karmakarışık ama kurmaca yeteneğini öykülerinden biliyoruz Arpad’ın, her şey yine derli toplu. Çok etkileyici. Şovbiz burada, yüz yıl öncesinin gösterilerinden başka Osmanlı’nın son zamanlarında parlayan tiyatro nasıl icra ediliyordu, Cumhuriyet’le birlikte neler değişti, bir şeyler değişti mi, tam bir kaynak bu metin. Ofluoğlu birkaç oyuncuyu tanıtma ihtiyacı hissetmiş zira Ahmet Fehim Bey’in büyüklüğünü bilen pek yok artık, bahsedilmeli, ilgilisi de bu büyük oyuncunun anılarını sahaflardan edinip okumalı, zamanında Tercüman basmış. Bedia Muvahhit yine biliniyor, Muhsin Ertuğrul veya o zamanlarda Ertuğrul Muhsin en iyi bilineni belki, Behzad Hâki Butak bilinmiyor, Raşit Rıza bilinmiyor, en önemlisi de Naşit Özcan’ın çocuklarıyla ilişkisi olsa gerek, bilinmiyor diye düşünüyorum. Büyük oyunculardan bahsedeceğim, Naşit Özcan’ın yaşamından da bahsedince bitecek muhtemelen bu yazı, daha fazlasını isteyen de yine sahaftan bulup alsın kitabı.
Cem Karaca’nın annesi Toto Karaca’yla 1957’de görüşüyor Arpad, Maksim Tiyatrosu’ndaki gösteriyi izledikten sonra. Eskinin Maksim Bar’ı, o şık beyefendiler, hanımefendiler kaybolmuşlar artık, Taksim Cumhuriyet Anıtı’na bakan binaların hemen hiçbiri yok, bir Maksim. İstanbul’u kasıp kavuran “Ramona” şarkısı tekrar söyleniyor, deli alkış. Müzikli komedi, sıra Toto Karaca’yla Ali Sururi’ye geliyor, izleyenleri güldürüyorlar, sonra kuliste Celal Sururi de görünüyor ama Arpad’ın beklediği Karaca. Otuz yıl öncesini soruyor Arpad, tiyatro kartelalarına adı kocaman kocaman yazılan, resmi göze çarpan “dansöz ve şantöz İrma Toto” o günleri elbet hatırlıyor, Maksim’de başladığı kariyerini yine Maksim’de noktalayacağını söylüyor. Değişim sonda gizli: “Dehlizimsi koridorlarından ve loş sahne altından geçip Maksim’in fuayesine çıkıyorum. İstanbul Opereti’nin orkestrası bütün gürültüsüyle çalıyor. Toto Karaca’nın dansı ve şarkısı hâlâ devam ediyor. Amma, Çarliston veya Çardaş değil, kıvrak ve oynak bir çiftetelli.” (s. 23) Muammer Karaca’nın tiyatrodan köşe olmasına ne demeli, gece oyunu bittikten sonra birbirinden süslü hanımlar, şıklıkta eşleriyle yarışan beyler dış kapıya yaklaşınca hayretle duraklıyorlar çünkü kapıda dretnotu andıran bir otomobil bekliyor, kumpanyanın baş artisti Muammer Karaca’nın otomobili, doğruca Yeşilyurt’taki villaya. Komik-i şehirlerin fotoğrafları var içeride, Hasan Efendi, Naşit Bey, hepsi Karaca’nın ustaları. İşler iyi gidiyor, birazcık siyasi espriyle külhanbeyi tipli oyuncunun mavraları uçuruyor oyunu, sağlam kazanıyorlar. Turneye çıkılacak, risk ama Cibali Baba’nın ruhu kolluyormuş Karaca’yı. İstanbul yatırlarının en ulusudur o, Cibali Karakolu‘ndan önce pir aşkına oynayıp sahnede yatarmış Karaca da Laz taklidi yaparak girdiği tiyatroda on küsur yıl debelendikten sonra patlatmış bombayı. Neon ışıklı bir tabelası var artık, arabası, evi, her şeyi var. O ev meşhur bu arada, Yeşilçam’ın iç mekân çekimlerinde sıklıkla kullanılmış, Sahte Kabadayı‘da Kemal Sunal’ın papağanla boğuştuğu ev hani. Sara Mannik’ten bahsedip bu faslı bitireyim, Ermeni ve Rum oyuncuların sayısı pek fazla ama onun hikâyesi biraz daha buruk, kaçan büyük fırsat yüzünden. “Taksim Bahçesi’ne karşı apartmanlardan birinde, ilk katın küçük ve gün ışığı görmeyen odasında, ak saçları maviyle süslü bir bayan, günün çoğu saatlerini geçirir. Telefonları not alır, sigarasını ve kahvesini içer, gazeteleri okur ve arada bir geçmişi, çok gerilerde kalmış renkli, parlaklığı hiç gitmeyen, gitmezmiş görünen geçmiş güzel günleri düşünür.” (s. 45) Sara Mannik rol arkadaşlarıyla başlıyor söyleşiye, onca oyuncudan geriye bir tek Ertuğrul Muhsin ve kendisi kalmış, giden dostlarının arasında Kınar Hanım da var. Esas olay şudur ki André Antoine nam büyük tiyatrocu İstanbul’a geldiğinde devrin önemli oyuncularından birkaçını seçmeye karar verir, Mannik de çağrılır ve sınavda başarı gösterir. Oyununu da izler Antoine, iyice beğenir ve Mannik’i bir yıl süreyle Paris’e, kendi yönettiği Antoine Tiyatrosu’na göndermeye karar verir. Bütün işlemler tamamlanır, hatta bir de tayyör diktirip hediye ederler ama Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’na girmesiyle her şey kalır. Darülbedayi de kalır öyle, aylarca oyun oynanmaz. Gerisi ağır ağır sönüş. Yüzünde nişanlısının bıçak yarası, Mannik telefonlara bakıp doktor randevularını düzenler.
Ahmet Naşit’in hikâyesinden uzunca bir öykü çıkar, gerçi Tarık Buğra romanını yazmıştır ama bunun öyküsü de iyi parlar. Özetleyeceğim, tamamının okunmasını şiddetle tavsiye ederim. Yani hikâyenin başında bir Direklerarası manzarası çiziyor Arpad, kendisi de o döneme yetişememesine rağmen o kadar çok dinlemiş ki zannediyorum, bu kadar olur, benzerini Ahmet Rasim’de gördüm bir. Neyse, II. Abdülhamid’in eczacıbaşısı Hacı Ahmet Bey’in evi Komik Abdi Efendi Heyeti Temsiliyesi’nin oynandığı tiyatronun bitişiğinde, evin oğlu Ahmet Naşit iftar sofrasından kalkar kalkmaz odasına çekilip yan binadaki kantocuları, çalgıları dinliyor. Abdi Efendi’den de kapmış bir şeyler, mahalledeki arkadaşlarını eğlendiriyor falan, “Küçük Abdi” diyorlar evde. 1898’de bir gece yine kaçak girmeye çalışıyor mekâna Ahmet Naşit, kapıdaki izbandut tokadı patlattığı gibi yamultuyor, çocuk da binanın çatısına çıkıp tahtaların yarıklarından izliyor sahneyi, yanındaki koca taşı tepeden bir bırakıyor, güm! Tiyatro yasak artık ona, ne kadar yasaklayabilirlerse. Birinci komikliğe yükselir zamanı gelince, artık “Naşit Bey”dir. “Yıldız Sarayı Tiyatrosu’nun yaldızlı kafeslerle örtülü localarıyla büsbütün loşlaşmış salonunda, Sultan Hamid’i, kalın sesiyle, sık sık güldürmüştü. Meşrutiyet ilan edilip Sara Muzikası dağılınca Abdi Efendi, yeni kurduğu heyete Naşit’i de almıştı.” (s. 99) Giderek ünlenir Naşit, ustasının pabucunu dama atar, en sonunda kendi temsil heyetini kurar. Evliliği de mutluluk verir ama yıllar geçtikçe çocuk özlemi dayanılmaz hale gelir, ikinci eşine ikinci bir ev açar Naşit, geçim sıkıntısı başlar böylece. Neyse ki çocukları olur nihayet, önce Selim doğar, sonra Adile. Zaman akar, çocuklarındaki oyunculuğu görür, Adile’nin sahneye çıkmasına gönlü vardır ama Selim’in mutlaka okumasını, aileye bakmasını ister, oyuncu olmasından yana değildir. Gidişattaki sallantıyı da görmüştür tabii, eşini kıskanmaya başlar, zaten para tutacak biri değildir, çocuklarını döver ama gönüllerini alır hemen. Sonraları ikisi de büyük oyuncu olur: Selim Naşit ve Adile Naşit. Upuzun bir hikâyenin bir kısmı bu, sonu hüzünlü.
Okumalı, eldekini bırakıp buna başlamalı hemen.
Cevap yaz