Hangi dizideydi, bir karakter, “Kayalıkların ve suyun ortasında yaşamın pörtlemesi en büyük mucize aslında, yaşama alışkın olduğumuz için bunu unuttuk,” diyordu. Aklı eren ilk insanların şaşkınlığından istiyorum: etrafta renk renk zımbırtı var, bedenimin ortasında bir yer burulduğu zaman o zımbırtılardan bir kısmını bedenimin üst kısmındaki delikten aşağı yollarsam iyi hissediyorum. Bu ne mesela. Sert çıkıntılar var, yumuşak çıkıntılar var, akışkan şeyden birazını delikten aşağı yollarsam iyi hissediyorum. Neler oluyor. Sarı sarı şeyler var, diye anlatıyor Aronson, bazılarını delikten aşağı, süper de bazıları, aa, ekran karardı. Bazıları hareket de ediyor, ısırınca sivri uçlarını saplıyorlar, demek ki yenmez. O haliyle. Keşif yani, keşfedilecek bir dünya var, zaman da var, dolan dur. Özet şu: “Bizim ilkel atalarımızın ateş, kürk, tarım yapma gibi önemli keşifleri, büyük olasılıkla bu tür bilimsel gafların sonucunda ortaya çıkmıştır. Tarihöncesi çağlardan bu yana insanların yaptığı en gülünç gaflar en değerli bilimsel gerçeklerin bulunmasına yol açmıştır.” (s. 17) Tarım yapacaklar, et ağacı çıksın diye avladıkları hayvanın etlerini gömüyorlar falan, normal. Aronson birkaç örneği almış, üslubu komik, öyle çerez bir metin çıkarmış. Eğlenceli. Uzay mesela, insan uzaya bakıp bütün o alengirin ortasında ne işe yaradığını, ne anlama geldiğini düşünüyor, sonra kendisini çok önemli bir varlık olarak gördüğü için her şeyin merkezinde yer alması gerektiğinden her şeyin kendisinin etrafında döndüğü fikrine varıyor. Bunu ilk sistemleştiren Batlamyus, dönemin kültür merkezi İskenderiye’de oturuyor, Dünya merkezli evreni çiziyor. Ortada gezegenimiz, etrafında çizgiler, çizgilerin üzerinde gök cisimleri. Venüs, Merkür, Mars, Jüpiter ve Satürn biliniyor o zaman, çıplak gözle o kadar, hepsi gezegenimizin etrafında dolaşıyor. Neden, çünkü havaya taş atsak yere düşer, demek ki tepedekiler de buraya bağımlı. O zaman için yeterli bir bilimsel kanıt. 1400’lü yıllara kadar bu model temel alınıyor çünkü dinlere uygun, Müslümanlar hemen çevirip “en büyük” olarak niteledikleri Batlamyus’un kitabını noktasına virgülüne -hehe- kabul ediyorlar, Hıristiyanlar aynı, bütün Avrupa ve Ortadoğu artık Batlamyus’un müridi. Derken bütün modelin değişmesi gerektiğini düşünen Kopernik çıkıyor sahneye, hani buluşlarını kendinden önceki sayısız astronomun yaptığı gibi malum modele uydurmak yerine daha mantıklı bir çözüm öneriyor. “Batlamyus’a cephe almak çok ürkütücü bir şeydi. Ancak Kopernik, Rönesans denilen ve Avrupa’nın her yerinde insanların, yüzyıllar boyu gerçek olarak kabul edilmiş inançları sorguladıkları, yepyeni şaşırtıcı fikirler ortaya attıkları bir devirde yaşıyordu.” (s. 23) Haso adamdır Kopernik, Güneş’in aslında alçalmayıp Dünya’nın yükseldiğini söyleyecek cesarete sahiptir. Kilise’yi karşısına almak pahasına dediklerini savunur. Gerisini kabaca biliyoruz, Dünya’nın bir terliksi hayvanın döşünde yuvarlanıp gittiği doğru değil. Ama öyle bir evren vardır ki koca bir terliksi hayvanın sırtındadır Dünya, onu bilebilmemizi sağlayacak maddeden elimizde yeterince yok henüz. Aynı maddeyle uzayı katlayıp vıjt diye gidebiliriz uzaklara da gidemeyeceğiz bence, teoride mümkün olan bu olanakları kullanmamız için gereken kaynağı içermeyen bir gezegende yaşadığımız düşüncesi çok korkutuyor beni bazen, sonra iki muz yiyorum, kendime geliyorum. İlk defa muz yiyen atamın şaşkınlığından istiyorum bir de.
Altı bin yıl önceye gidelim, insanlar savaşıyorlar. İnsanlar savaşarak yayılıyorlar, o zamanların savaşı, ölümü, konsept olarak her şeyi bambaşka, anlayabileceğimiz bir durum yok. Bu yüzden o zamanları konu alan eserlere yaklaşmam, ölüm o zamanın ölümü değildir çünkü. Şimdiki ölümdür. Zamansallık kimsenin umurunda olmaz kısacası. Neyse, kılıçların ucu falan hep körelir, dandik madde bir iki zorlamada bükülür, bunu önlemek için birinin aklına süper bir fikir gelir: kalayla bronzu karıştırsalar ya? Misal domatesle çeliği karıştırmanın daha iyi kan dökeceğini düşünen olmuş mudur acaba? “Ağızlarına götürdükleri yeni bronz bardakların çeperlerinde pas yoktu. Bronz uçlu mızraklarını düşmanlarına batırdıklarında ucu bükülmüyordu. Yaşam ne kadar da güzeldi!” (s. 26) Aynı yüzyıl, aynı İskenderiye, bir kadın bazı şeyleri karıştırarak bambaşka bir şey yaratmaya çalışıyor çünkü altın acayip değerli, yaratılırsa ve formülü yayılırsa değeri hemen düşer ama o zamanlar enflasyon falan bilmiyor kimse. Maria bilinen ilk simyacılardan biri, kendi ürettiği bir zamazingoyla değersiz madenleri altına dönüştürmeye çalışsa da kaplamadan öteye geçemiyor. Altın bronz değil, kakaolu süt değil, iki şeyin tokuşturulmasıyla yaratılamaz, element denen bir yapıtaşı var ama Maria bilmiyor bunu. Bulduğu şey kaplama ve sıvıların buharlaşmasını temel alan bir tür pişirme tekniği. Maddelerin birbiriyle bağdaştığı yolundaki kuramı da doğru, bu sayede insanlar bazı şeyleri birleştirerek yeni bir şey buluyorlar. Fanta ve kola, çocukken ikisini karıştırıp kimyager gibi hissederdik. Hissetmezdik, bardaktaki sıvının da rezil bir tadı olurdu, yine de hoşumuza giderdi o karışımlar. Kimya derslerinde laboratuvardaki çeşit çeşit sıvıyı karıştırmak ilgimi çekmezdi, çekseydi neler olurdu bilemiyorum. İki karışmayan şey işte.
Haritalar. Eskilerinde henüz keşfedilmemiş alanların henüz keşfedilmedikleri yazıyor, “Buralarda aslanlar vardır” falan diye sıkmışlar bir güzel, oysa aslan dediğimiz şeyin orada olduğunu bilmek için oraya dair bilgi sahibi olmalıyız ama uydurmak çok kolay. Suyun ötesinde hiçbir şey yok başta, sonra bir kıyı çizmişler, Kolomb gidince gerçek çıkmış ortaya. Haritanın oraları da dolu aslında, Kolomb başka bir niyetle gittiği toprakları keşfedince neler neler olmuş, tarih iyice bir dolmuştur. Atların oradan geldiği kesindir artık, insanlar Bering Boğazı’ndan karşıya geçerken atlar da yanlarından geçip bu yana gelmiş olsalar gerek. Yanlarından değil tabii, çok daha önceden geçmişler karşıya. Patates gelmiş, insan nüfusu artmış böylece. Ateş suyu o tarafa geçince yerlilerin dünyası kararmış, Çinlilere dayanan afyonun etkisi. Kolomb yola çıkmadan çok önce araştırmaya başlamış, Dünya’nın büyüklüğünü gölgelerin hareketleriyle çok başarılı bir şekilde belirleyen Eratosthenes’in dediği doğruysa aşılacak mesafe belli, el-Fergâni’nin bulduğu sayı daha büyük ama Avrupa miliyle değil de Arap miliyle verilmiş, Kolomb gerekli hesaplamayı yanlış yapınca da çok küçük bir sayı bulup yüreklenmiş. Aşılması kolay bir mesafe, krallar kraliçeler de maceraya koltuk çıkınca yallah denize. “Kraliçe ona üç gemi, bu gemiler için tayfa ve Çin İmparatoru’na vermek üzere bir de mektup teslim etti.” (s. 37) Latince yazmıştır mektubu sanıyorum, orada Latince bilen birine denk gelmenin mümkün olduğunu düşünmüştür. O yüzyılda sarayın yazı dili Latince miydi acaba, İspanyolca mıydı, bunu bilmek istiyorum ama ilgili kaynak yıldızlardan daha uzak. Kolomb’un yerliler arasında Çin İmparatoru’nu arayıp durduğunu düşünüyorum bir de, saçma.
Bu kımıl kımıl yaratıklarla ilgili konu, utanmadan söylüyorum, yakın zamana kadar benim de kafamı kurcalıyordu. Tamam, çürüyen meyveye sinekler dadanıyor, etraftan geliyor bu sinekler de acaba puf diye bitiyor olabilirler mi diye düşünmek eğlenceliydi. Öyle değil elbet, evin bir yerine şekerli besin koysak karıncalar er geç çıkıyor ortaya, yüzyıllar öncesinin bilim insanlarının düşündüğü gibi şekerden üremiyorlar. Pasteur son noktayı koymuş, daha fazla meyve sebze çürütülmesin diye bu küçük dostların nereden geldiklerini bulmuş. Hayatımızı kurtardığı için ayrıca teşekkür etmeliyiz kendisine.
Sekiz on hikâye, gençler için. Yetişkin olarak keyif aldım ben de. Yetişkinim, neye yetişmişsem.
Cevap yaz