Üç uzun öykü, ilkinde iki kardeşin gurbette çektikleri sıkıntıların yarı düşsel anlatımı. Yarılık italik bölümlerden geliyor, kaç yüz bin milyon ton demir ve betonun altında sıkışmış adamın kurtulma çabaları kısa anlatılar olarak esas hikâyenin çizgisine paralel, çizginin kesikliğinin açtığı boşlukları doldurmuş, ardışık. Kişi mi o, kişi diyeyim, ağlıyor sessiz, keşke yüzükoyun yatabilse de daha hızlı ilerleyebilse, uzaklara doğru sürünebilse. Sürünerek çıkmak zorunda, sinirleri bozulduğu zaman haykırıp küçücük mekânda ölümü dilemesi çocukluğundan manzaralarla, Harran’ın evleriyle dolu. Mahşer izleği esas hikâyeyinin parçalarını da birleştiriyor, Viyana ve Berlin’de insan çok ama caddeleri silme doldurmuyorlar. Dirilmişler mi, ölülükten kurtulmuşlar mı, robotlaştıkları için zaten yaşamıyorlar, abi gelip kardeşini kurtarmak istediğini söylediğinde, bir gemiyi düşünmesini istediğinde düşünemiyor, meme uçlarına değen bir kütlenin altında olduğunu söylüyor. Şehir neden boğmuyor herkesi, kişi mi boğuluyor bir, nihayet ikna oluyor da gitmeye kalkıyor. Önce kim olduğunu hatırlamak zorunda, abisi yol gösterecek. Yıldız’ın aileye dair kurgularındaki yığma imgeli dilden mamul, katı gerçekliğin ara ara şöyle bir başını gösterip kaybolduğu metin. Sürünmeye çalışıyor kişi, çocukluğu hemen yanında, yiyip yiyip doymadığı bir somun ekmeği elinde tutuyor. Harran damlarına dönmek istiyor, loğ taşı gibi dolanmayan insanlardan çekiniyor, çocuklar ve anneler demiri toprağa kakarak betona yol açıyorlar. Sırf onların suçlu olduklarını kimse söyleyemez, manzaranın parçaları sadece. Hikâye: abi kapıdan geçiriyor kardeşini, yolculuyor, kardeşinin aklında kuş. “Onun uyuyan gölgesinde, bir süre dinlenip bu kez kendisi kuş olup Harran’a uçuvermek istiyor. Babasının mezarına yüz sürmek… anasının dizleri dibinde ağlamak… Bacılarının, kundağına değmiş ellerinden öpmek… Yazın sıcağında pişen, kışın soğuğunda kavrulan tanışları yanında bağdaş kurup ateş yiyenlerin destanını dinlemek…” (s. 12) Sürünmeye devam eder ama anıları yavaşlatır iyice, ışığa doğru sürünür ama yanlış anılara çıkmak vardır, bütün yolu geri dönmek zorunda kalır kişi. Hikâye: Viyana’da, yağmur yağıyor, ışık yağmuru. Abisi orada bir ilçede çalışıyor, oraya. Ülke mi, şehir, kişiyi korkağın birine dönüştürecek kadar ışıklı, tanıdığı herkes çok uzakta artık. Rahat gerçi, yüzünü pencereye çeviren, sırtını duvara veren insanların kaygısı da uzakta, Güneydoğu’nun yabaniliği. Açlıktan korkuyordu, sonra evlenememekten, evlenince aileden, en sonunda ölmekten. Viyana hepsinden sonra, bütün deli insanlarıyla, durmadan yorgun insan tüküren fabrikalarıyla Viyana bir ölü şehir, soğuk güzelliği koca taşlarından ibaret, binaları dikmek için gereken çimentodan. Yeğeni tıp öğrencisi, ikinci sınıfta, hayatı kolaylaşsın diye Avusturya vatandaşlığına geçiyor. Vicdan azabından ölecek, tatillerde memleketine dönüp yoksulları iyileştirmeye çalıştığını düşünebiliriz. İş tamam, kişi evine dönecek, abisini düşündüğü zaman adamın başına ne geldiğini görüyoruz: diskotek mi, bir yerde takılan adama beş dazlak gelip takıyorlar bıçağı, geriye ölümü beklemek kalıyor. Viyana’da yaşamak, çalışmak ölümden hallice, bu anılarla sürünmeye devam ediyor kişi, çıkışı bulabilse bütün hikâyeyi bir araya getirebilecek. Yoksulluğu, sömürüyü bitirecek bir bağ kurabilirse kültürler arasında: “Noel Baba geçiyor yoldan. Pencereyi açıp bağırmak istiyorum ona. Noel Baba, Noel Baba ülkeme uğradın mı? Güneydoğu’ya gittin mi? Çocuklarla konuştun mu? Ona sordun mu: Ey insan, bu dört çocuğun neden bu kadar sıska? O seni yanıtladı mı? ‘ancak, bu kadar bakabiliyorum’ mu dedi?” (s. 29)
Yıldız’ın klasik biçime sahip öykülerinden biri “Şahinler Vadisi”, Harran’daki şahinlerin ehlileştirilmesinin ağalık düzenindeki yeri. Güvercinleri de anlatıyordu bir öyküsünde Yıldız, şah güvercinin diğerlerine uyup göklere karışması karakterlerin yoksulluğunu iyice artıracakken diğer güvercinleri kandırıp yere kondurması şenlikti, tabii o kuşların birkaç öğünlük yemeğe dönüşmeleri üzüntü ama insan özür dileyerek öldürüyor hayvanları, yaşamak için öldürmesi gerektiğini anlatıyor, teselli. Atmaca avının anlatıldığı öyküleri kimler yazmıştı, Artvin’de düzeneği kurup kuşları yakalayanların yaşamları, Adana’da taklacıları yetiştirenlerin düşkünlükleri, Antep’te bütün yaşamını kuşlarla kurmuş yalnız insanlar, kuşumuz boldur yani kurmacamızda. Bu öykü şahin avcısı Gaffur ve oğlu Zeynel’in ata uğraşını sürdürürken avcılığın raconunu, yolunu göstermelerinden ibaret yarıya kadar, halk hikâyeleriyle bezenmiş bir süreç. Sabaha karşı yola koyuluyorlar, babanın aylardır izlediği beyaz şahin yüksekteki kayalıklarda tek başına yaşıyor, onu tutacaklar. Babayla oğul arasındaki konuşmalardan öğreniriz şahinlerin huyunu, bir kere özgürlüğüne aşırı düşkündür, kafese kapatılırsa hüznünden, kahrından ölür. Tüfekle vurulmaz, silah sesini duyan şahin hemen bir kayalığa sinip ölmeyi bekler, darılır doğaya. Dikkatli taşınmalıdır, eziyet görürse gagasını böğrüne saplayıp öldürebilir kendini, onurlu hayvandır. Gerektiği şekilde getirirler eve, bir odaya koyarlar, sonra en zor kısmı başlar. Besledikleri kuşu açık bir pencerenin önüne bırakırlar, eğer uçup giderse insanların verdiği, özlerinde kaynağını taşıdıkları özgürlüğün eşini istememiş demektir, ardından koşulmaz. Gaffur’un omzuna konarsa, o zaman tamamdır. Konar, sevinirler. Gaffur’un anlattığı hikâyenin de etkisi vardır bunda, Kuzey Afrika’da yaşayan iki kabile arasındaki savaştır mevzu, Ebu Zeyd’in yeğeni Ceses’i öldürmesiyle başlayan çatışma bir bağımsızlık, özgürlük eylemine dönüşür sonunda, şahin dinlediği hikâyede kendini bulduğu için gitmemiş, yaşamını paylaşmaya karar vermiştir. Ne olur, Ağa duymuştur ak şahinin namını, adamlarını yollayıp Gaffur’dan şahini ister. Sıkı şahincidir Ağa da, raconu bilir, öfkeyle gelen adamlarını dinleyip neşelenir zira şahin öyle alınıp getirilmez, gönlü varsa kabullenir yeni omzu. Bir şahin tüyü, biraz şahin kokusu, donanıp Gaffur’un evine gider Ağa, pazarlığını yapar, şahine de kendini kabul ettirdikten sonra kuşu alıp döner. Obasıyla hesaplaşacaktır Ağa, bu yüzden şahinin heybeti önemlidir, gerçekten korku saçar etrafına da hükümranlığına isyan eden köylünün elini kolunu bağlattığı zaman gücünü yitirir çünkü şahin yeni konağının özgürlüğe zincir vuran zorbalardan biri olduğunu anlar, havalanır, ardından bağıran Ağa’nın yüzüne bir saldırır ki adamın gözünü çıkarır. Yeni kıyafetleri ve atıyla şıkır şıkır gezen Gaffur’a da şöyle bir aşağılamayla bakar, uçup gider. Nerede hikâyelerdeki o özgürlük uğruna canını veren insanlar, nerede bu güç tutkunu aşağılıklar, şahin ilk evine gidip bildiği yaşamı sürdürecektir artık.
“Kör Güvercin” çok zayıf, sıradan, belki antrenman sırasında yazılabilecek bir öykü, kitabı düşürüyor doğrudan. Köpeğin biri, önceki gün eziyet görmüş, insanlardan yılmış, kenti gezerken can düşmanı kedilerden birine rastlıyor. Düşman değiller artık, insanlar kaybolmuş, kent bomboş. Diğer hayvanlara da haber vermek üzere uzaklaşıyorlar yaşam alanlarından, yolda denk geldikleriyle konuşmaya başlıyorlar. Herkes kente gelmeli, insanlar yok, rahat rahat yaşayabilirler. Çiftliklerde kuzusu keçisi, ineği öküzü, tavuğu horozu ne varsa konuşuyorlar, her biri sömürülme hikâyelerini anlatıyor. Gözleri kapatılıp değirmene sürülen eşek en hüzünlüsü, bir türlü inanmıyor söylenenlere, insanların tuzak kurduklarını düşünüyor. Kuşlar, güvercinler, yukarıdan bakmaya bile gönülleri yok, küsmüşler. Yani hayvanlar korka korka gelecekler kısacası, şöyle bir bakacaklar, bayram etmeyecekler çünkü korkuyu sindirmişler. Çocuğun tekini gördükleri zaman deliresiye korkacaklar ama çocuk da korkacak, karşısında hayvanat bahçesi var resmen. Konuşmak için peşinden koşacaklar da ava dönüştüğünü duyumsayacak çocuk, kaçmaya başlayacak. Kovalamaca. İnsana muhtaç mı hayvanlar, insanlar hüküm sürmelerinin bir karşılığının olacağını düşünmeliler mi artık, üç beş yerden düşündürse de dümdüzlüğüyle can sıkıyor öykü, Yıldız’ın hayvanları konuşturma biçiminde de numara yok. Öküzle kuşu aynı konuşturma bari, nitelikleri göster. Falan.
İlk iki öykü okumaya değer, sahafta denk gelinirse.
Cevap yaz