İlk bölümde Almanya’da iş kazası geçiren emekçilerin izini arayıp bulur anlatıcı, Yıldız, anlatıcı diyelim. SSK adresleri nasıl verdi bilinmez, vermiştir, anlatıcının gazeteci olmasıyla ne gibi bir alaka kurulabilir, bu da bilinmez. Halka açık bilgi değil ev adresleri, o zamanlar öyle miydi? Yıldız bu insanların hikâyelerinden öyküler devşirmiştir, bu kitaptaki hikâyeler de “hikâye/röportaj” diye geçiyor ama başka kitaplarında, mesela muayeneye giren insanların öyküsü vardı, en son donlarını indiriyorlardı, doktor taşakları mı tartıyordu ne yapıyordu, utançtan nereye bakacaklarını bilmiyorlardı. İşin ucunda Almanya vardı, ses çıkarmıyorlardı bu yüzden, dişlerini çoktan tamamlamışlardı, ellerinin titremesini bir şekilde durdurmuşlardı, karşılarında dikilen Alman doktorun hoşuna gitmek için eksik gedik bırakmamışlardı bedenlerinde. Yakılma olayı bu kitapta yok ama orada ölen işçinin yer yokluğundan gömülmemesi, krematoryuma gönderilmesi ne dertti Müslüman işçiler için, aslında diğer milletlerden işçiler için de, cenazenin peşinden onlar da yürüyorlardı. Beygirlerin vurulmasıyla başlıyor Yıldız bu kitaptaki metinlere, sahibi sakat atını vurmak için tabanca arıyor önce. Acıyı dindirmek için mi, arpa masrafından kurtulmak için mi, belki ikisi birden. Beygirlerin dişi, kuyruğu her şeyi kontrolden geçer, işçi olarak gideceklerle aynı muameleyi görürler. Bacağı kırılan at vurulur, elini kaybeden işçi hikâyesini anlatır ama kaybı yazmasını istemez Yıldız’dan, gümrükte malı vardır, belki arıza çıkarırlar da çekemez. Süleyman Danışman anlatıyor, makine başında dumandan göz gözü görmez de elini kaptırıverir, bileğine baskı yapıp kopuk eli cebine atıverir. Alman şefin kopuk eli görünce düşüp bayılmasıyla dalga geçer üstelik, Türk yiğittir, sesini çıkarmaz. Mehmet Atalay bir diğer işçi, Zonguldak’ın madenlerinde geçen yıllardan sonra Almanya’ya gidenlerden. Sırf Düsseldorf’tan gelecekler için Saltukova’da havalimanı kurulmuştu ben oradayken, İstanbul’a sefer yapılacak diye ne sevinmiştik. Haftada iki sefer yapılıyordu Almanya’ya, o kadar çoktur Zonguldak’tan gidenler. Atalay’ın durumu şu: gidiyor, çocukları hariç hemen hemen bütün ailesini davetle çağırıyor oraya, Almanya çocukları aileden saymıyor. Detaylarını bilmiyorum, 1960’larda öyleydi herhalde. Memlekete döndüğü bir seferde otobüs kaza yapıyor, Bolu’da camdan dışarı uçuyor Atalay, bir bacağı mahvoluyor. On sekiz ay koma, bacağa sayısız çivi, nihayet ayağa kalkıyor ama “yarım adam” artık, topladığı puanlar yetmeyince maaş da bağlanmıyor. Bir gözü çıksa, bir kulağı kopsa tutturuyor çünkü her organın ve her deformasyonun bir sigorta puanı var, sekiz puanlık daha sakatlanma lazım. Bu puanlar falanlar tüzükte yazıyor, iş kazası geçirenler altmış altı puanı toplarsa yaşadılar. Burada maaş yok, Almanlar da bağlamamışlar çünkü eşini değil de çocuklarını görmeye gitmiş Atalay, yine de Almanya’dan memnun, madene beraber indiği arkadaşlarından hiçbiri yaşamıyormuş. Ölümdense sakatlık daha iyi. “Görünürde düşman yoktu. Değerlerimizi ele geçiren yabancı şirketler, yabancı şirketlerle işbirliği kurmuş yerli hainler, halkımızın bildiği düşman kavramını da değiştirmişlerdi. Sömürücüler askerleri yerine, diplomatlarını yollamışlardı. Yeraltı, yerüstü değerlerimiz ele geçirilince, geriye emeğimizi satıp bu değerlerimizi ele geçirenlere doğru yola çıkmak kalmıyor muydu?” (s. 9) Öyleydi herhalde, tabii dışarıdaki hainlerin içeridekilerden daha az hain olduğunu söylemek gerek zira Eskişehir’deki Aslan Öztürk’e bizimkiler maaş bağlamamışlar, Almanlar sekiz yüz doyçe mark veriyorlarmış, bir de araba vermişler. Alman doktorun babası Gestapo askeri olabilirmiş zamanında, donu indirip baktığına göre doktorun kendisi cinsî sapık olabilir, ima o yönde, bu durumda Türklerin babaları, Türkler ne oluyor? “Tut ki elleri Almanya’ya gitmeden önce de titriyordu. Gitmeden önce, gittikten sonra… Neden illa da Almanya’da sakatlandığının üzerinde duruyordu Ahmet Göç? Bu olsa olsa, hakkının verileceği konusunda, Almanlara duyduğu güvenden ileri gelmiyor muydu? Kendi devletine, hükümetine neden güvenmiyordu Ahmet Göç?..” (s. 43) Oraya gidenler eğitim alıyorlarmış, tavuk çiftliğinde çalışan kişi kaynakçılık yapmaya başlamış mesela, orada aldıkları eğitimin niteliği neydi, İSG dersleri filan var mıydı acaba, merak. Güngören o zamanlar mahalle daha, tepelerinde tek tük evler var, çamurlu yollarda araçlar kalıyor, insanlar nasıl yaşıyorsa artık. Muazzez Yüzer, üç ay önce ölmüş, “gözü kör olsun Ankara” hâlâ hayatta biliyor kadını. Kanserden ölmüş, aslında kederden, sıkıntıdan, memleket hasretinden. Anlatıcı kamyonu niye konuşturuyor, takla atılsın arada, kamyon dinlesin, Yüzer’in eşinin çıkışmasını sessizlikle karşılasın. “Seni yenileyelim derken karıyı öldürdük.” Eller titriyor, akıl gidip geliyor, Bakırköy’ü ziyaret etmek şart ki işçilerin akıl hastalıkları duyulsun. Doktor Niyazi Uygur araştırma yürütmüş, buradan sağlıklı gidip orada hastalananlar istatistiksel olarak ağırlıkta, dikey ve yatay geçişler insanların psikolojilerini bozuyor. Örneklerini görüyoruz, anlatıcı bir hastane manzarası çiziyor ki dile gelmez, okumak lazım. Anlatıcı kendi tecrübesini hatırlıyor, o da işçi olarak gitmiş Almanya’ya, o da kafayı kırmış bir zaman. Her şeyin iyisini Almanlar yapıyor, sanayi o biçim, işçi ithal edip yabancılaştırıyorlar emeğe. Anlatıcı matkapla delikler açtığı metal zımbırtılara öfkeyle bakıyor, yanındaki Alman bakmıyor, işe yoğunlaşmış. Yemekte ekmek yok, pilav var, ekmeğe alışkın değil Almanlar ama Türkler ne yapsın, kuru kuru pilav yiyorlar. Tartışma çıkıyor tezgâhta, Alman işçi en güzel pilavı annesinin yaptığını söyleyince anlatıcı matkabı kafada delik açacakmış gibi sallıyor, ulan pilavın da mı iyisi onlarda, her şeyin iyisi onlarda, bari pilavı bıraksınlar! Dönüşüne kısa süre kaldığı için kenara çekmiyorlar anlatıcıyı, mevzu kapanıp gidiyor. “Kimdir düşman? Bu Alman mı? O da zavallının biri aslında. Düşman başkaları. Düşman… Düşünüyorum kendi kendime hâlâ. Beş yıldır, on yıldır, on beş yıldır yabancı ülkelerden gönderilen işçi dövizlerinin toplamı, akıl ve tüm hastalarımızın faturasını ödemeye yeter mi? Bizleri hayvanlar gibi pazarlıyanlar, şimdilik çalışanların, çalışırken ellerini, ayaklarını, akıllarını kaybedenlerin gönderdikleri dövizleri yağma edenler… Sizlersiniz gerçek düşmanlar değil mi? Sizler ve onlar?..” (s. 59)
İkinci bölüm içeriden, Doğu’dan. Cengiz Bektaş fotoğraflıyor, anlatıcı yazıp çiziyor, gazetecilik. Elazığ’da kar var o sıra, yollar kapanmış, valiyi aradıkları zaman gereken her şeyin yapıldığı söyleniyor da yolu kapalı köylerde kuduz vakaları, cüzzam yayılıyor. Ahmet Arslan’ın söylediğini hatırlıyorum, 1950’li yıllarda Urfa’ya Cumhuriyet gelmemişti, belli ki Elazığ’a sadece memurları gelmiş de kendi yok. Sinemalarda oynatılan filmler şehir merkezinde insanları oyalıyor, birkaç kilometre uzakta cerahatli yaralar yüzünden kıvranıyor insanlar, anlatıcı bu ikiliğin üzerinde duruyor. Filmler, seks filmleri furyası tam gaz, küçük çocuklar giriyorlar sinemalara, büyüklerinin ellerini takip edip önleriyle oynuyorlar, perdede gördükleri senaryolar akıllarını alıyor, teyzelerine yanaşıyorlar, halalarına yanaşıyorlar, Batı’nın hayal gücü karşısında savunmasızlar. Diğer yanda te Van’dan kalkıp geliyor hastalar, “Allah hükümete zeval vermesin” düşmüyor ağızlarından da o hastanenin Van’da da açılmasını şöyle yarım ağızla istiyorlar, en azından ilaçlar gelse. Anlatıcı kimle konuşsa aynı senaryo: tedavi görüyorlar, sepetleniyorlar, memlekette yaralar açılınca gerisingeri. Kürt kızı var, Türkçe konuşamıyor, konuşmadığı için tedavi görmüyor mu? Anlatıcı utanıyor, ne önemi var, aynı toprağın insanıyız, ayrım niye? Korkunç sahneler, Fikret Otyam’ın Urfa’da şahit olduklarıyla bir.
“Mecliste, toplumcu yazarların, şu yağma düzenini eleştiren kitaplarından, gerçekleri örtbas edebilmek için ‘Müstehcen’dir, diye bölümler okuduğunuzu yazıyor gazeteler. Gücünüz yetiyorsa, insanın en doğal, en kutsal duygularını, cinsel organlardan ‘ibaret’ duruma getiren bu seks sanayiinin, kısacası kültür emperyalizminin üzerine yürüseniz ya! Ama, emperyalizm, sömürünün bu yönteminden vazgeçince, korkarım, siz de bundan yüreklenip böylesi seks filimlerini ‘bahane’ ederek, düşünce özgürlüğünü bütünüyle ortadan kaldırmaya yelteneceksiniz!..” (s. 94)
Cevap yaz