Mektupların ilki 1948’den, “Bay Behçet Gönül”e. Necatigil o zamanlar “Necatigil”i kullanıyor aslında ama Şipal’le dostlukları daha önceye dayanıyor belli ki. Şipal Almanya’dayken mektuplar sıklaşıyor, dergi ve kitap alışverişi yoğunluk kazanıyor, çeviri uğraşlarından bahsediyorlar. Şipal yurda dönüp bu kez Necatigil Almanya’ya gidince memleket özlemi ağır basıyor yine, ikisinin hasretinin tonu farklı, hoş. En başta Necatigil’in kızı Ayşe Sarısayın’ın sunuş yazısı var, çocukluğundaki bir anısını anlatıyor, çok sevdiği bir arkadaşıyla birlikte evde ders çalışırlarken içeride Necatigil ve Şipal oturuyorlar, sohbet ediyorlar. Tam sohbet de değil gerçi, Necatigil yavaş yavaş ve kesik kesik konuşuyor, sessizlik. Biri bir şey söylüyor, tekrar sessizlik. Kızlar özeniyorlar, iki yetişkinin dostluğunu canlandırmaya çalışıyorlar ama sıkılıyorlar hemen, gevezeliğe dönüyorlar. Ağır bir dostluk iki adamın arasındaki, mektuplardan seziliyor. Coşmuyorlar pek, yazdıkları şiirleri, oyunları ağırbaşlılıkla değerlendiriyorlar, arkadaşların selamlarını iletiyorlar. Bir tek Şipal tutamıyor kendini bir mektupta, Kafka çevirisini değerlendiren Önay Sözer’in Türkçesinden bir şey anlamadığını, eleştirisinin de iler tutar bir yanının olmadığını söylüyor, cevap hakkı doğduğu için aynı dergiye bir savunu yazacağını söylüyor, bunun dışında pek bir öfke, parlama yok. İlk mektuplar sizli bizli bir havadayken yıllar geçtikçe aralarındaki muhabbetin ilerlediğini, teklifsizce konuştuklarını görüyoruz, “Azizim”in yanına “dost”, “sevgili” ekleniyor, birbirlerinin eserlerini eleştirirlerken de usulca, kırıp dökmeden eleştiriyorlar. Necatigil arkadaşının şiirinin yanına “babayani” notu düşüyor, şiirlerden bazılarını sevmediğini söylüyor, Şipal’se Necatigil’in bir oyununu sayfalarca eleştiriyor, düşülen dipnotlara göre eleştirileri ciddiye alan Necatigil oyundaki bazı yerleri değiştiriyor sonradan, birbirlerinin fikirlerine önem veriyorlar. Eleştiriyle ilgili Şipal’in söylediği bir şey çok önemli, günümüzdeki eleştiri probleminin çıkar yollarından biri burada: “‘Oyunun eleştirisini benden istedin, yolladım, biraz sert idi, ama bizim ölçülerimiz, daha doğrusu birbirimize karşı ölçülerimiz hep sert değil miydi? Yumuşak ölçüler bizim dostluğumuzda nasıl barınabilir?’” (s. 9) Çoğu meselede birbirlerine yardımcı oluyorlar bir yandan, Şipal’in bir öyküsünü çok beğenen Necatigil öyküyü daktiloya geçirerek TDK’nin açtığı bir yarışmaya gönderiyor, öykü ödül alıyor. Daktilosuzluktan yakınıyor bir mektupta Şipal, hangi daktiloyu alacağına bir türlü karar veremediğini söylüyor, Necatigil de bastıra bastıra telif eser üretmesini söylüyor. Çeviri bir yere kadar, başka işler de öyle, yazmak lazım. Şipal yazdıklarını olduğu gibi gönderiyor Necatigil’e, yorum bekliyor. Aynı şekilde Necatigil de oyunlarını gönderiyor, Şipal bu oyunları ve şiirleri Almancaya çevirerek radyolarda, kitaplarda yayımlanmasını sağlıyor. Stuttgart Radyosu birkaç oyuna program akışında yer veriyor, bunun yanında “küçük dilden” yapılan şiir çevirileri Alman dergilerinde pek yer bulamıyor ne yazık ki. Alman editörün söylediğine göre şiir okunmuyor zaten, İspanyolca, İngilizce gibi dillerden çevrilen şiirler bir yana, Almanca şiirler bile okunmuyor, bu yüzden Necatigil’in bu konuda pek şansı yok. Editör akıl danışacağını söylemiş, danışacağı isim Yüksel Pazarkaya. Türkçeden çevirdiği metinleri basacağı yayınevini kurmamış henüz Pazarkaya, Bektaş’la tanışmasına daha da var belki. Sonuçta olmuyor bu şiir işi, yine de oyunlarının ve şiirlerinin telif ücretini alıyor Necatigil, eserleri ilgi çekiyor oralarda.
Mektuplarda sıklıkla çevirilerden bahsediyorlar, hangi eseri çevirdiklerinden ve hangi aşamada olduklarından. Hamsun, Kafka gibi yazarlarla uğraşıyorlar daha çok, Şipal Varlık için çevirdiği metinler basılır basılmaz bir kopyasını istiyor Necatigil’den, ayrıca süreli yayınlardan da istedikleri var. Günlük koşturmacalarda yorulan Necatigil belli ki aksatıyor bu yollama işini bir zaman, Şipal sitem ediyor. Necatigil’in kendi şiir kitaplarını göndermesini de istiyor, aslında istediği çok şey var ama zamanla gerçekleşiyor bunlar, Necatigil yetişebildiğince. Şu da var: “Behçetciğim, biliyorsun bizim çalışma sistemimizi, kendimiz geride, yaptığımız iş önde olsun istiyoruz, yani işimizin gerisinde saklanıyoruz. Bir yere kendimiz gitmiyoruz isimlerimizi yolluyoruz. Birçok işleri isimlerimize gördürüyoruz.” (s. 64) Birbirlerine nazları geçiyor, yoksa pek kıpırdayacakları yok, özellikle Şipal için geçerli bu. Almanya’daki yayımcılarla iletişime geçmiyor kolay kolay, mektup yoluyla haberleşmeye çalışıyor ama yayın dünyasında yüz yüze ilişkiler o zaman da çok önemliymiş belli ki, bütün önemli meseleleri yayıncıların yanına gittiği zaman hallediyor.
İkili İstanbul’dayken yeni meyhaneler keşfetmeyi pek severlermiş, cumartesi geceleri Necatigil’in nereye, hangi meyhaneye gittiğini soruyor bu yüzden Şipal, yurda döneceği tarih belliyse meyhane planları yapıyor hemen, hasret gidermek istiyor. Başka, Ali Poyrazoğlu’nun Pirandello çevirdiğini öğreniyoruz, Cem Yayınevi’nin sahibi Oğuz Akkan’la derin münasebetlerini de öğreniyoruz ki Şipal’in çevirileri ve sanırım Necatigil’in birkaç çevirisi Cem’den çıkmıştı. Cemal Süreya’nın ve Tomris Uyar’ın çevirileri de çıkacakmış ama Papirüs‘ün idarehanesi yanınca bütün çeviriler de gitmiş, çalışmalara baştan başlayacaklarını söylüyor Necatigil, işler yoluna girmiştir herhalde. Joyce bahsi var, Şipal büyük romanları okuduğu zaman ne yazarsa yazsın büyük yazar olamayacağını anladığını söylüyor, bu insanı rahatlatan da bir idrak ânının sonucunda doğuyor insanın içine, elde gerçekten büyülü bir şey varsa insan onun ne kadar uzağında olduğunu hemen kavrayabiliyor. Neyse, Sanatçının Genç Bir Adam Olarak Portresi‘ni Almanca’dan okuyor Şipal, sonra Murat Belge’nin çevirisiyle kıyaslıyor, metni bir de İngilizcesinden okuyup son bir karara varacağını söylüyor. Çıkarımları: “Almancasıyla Türkçesi arasında bazı uygunsuzluklar var. Sözgelişi Almancada asistan Türkçede dekan olarak geçiyor. Almancada malikâne deniyor, Türkçede kale diye geçiyor. Kalede bir okuldan söz açılıyor Türkçede. Bunun gibi birçok ayrılıklar.” (s. 85) Edebi dedikodu pek yok, kimin ne yaptığı pek ilgilendirmiyor onları, en fazla Tahir Alangu’nun gelip gittiğinden bahsediyor Necatigil, başkaca bir şey yok. Sevdikleri yazarlar hakkında konuşuyorlar, birbirlerine kitap öneriyorlar, bir de konuşmalarının arasına Necatigil’in şiirlerinden dizeler sıkıştırıyorlar. Şipal yapıyor bunu daha çok, dostunun yeni yazdığı şiirleri de takip ettiğini gösteriyor böylece. Ortaya karışık oldu biraz, oradan buradan, devam edeyim, Şipal bir gün Necatigil’in gelmesini bekliyor, ikisi de İstanbul’da. Gelmeyen Necatigil durumu mektubunda belirtiyor, üçlü görüşmeler görgü kurallarına aykırı olduğu için yanında eşi olmadan gelmek istememiş. Şipal o sıralar yeni evli, Alman eşiyle birlikte Türkiye’ye gelmiş ama malum sebepten görememiş arkadaşını. İlginç bir görgü kuralı bu, lüzumsuzmuş.
En sonda Necatigil’in Şipal için imzaladığı kitaplardan birkaçının fotoğrafı yer alıyor, Şipal’in kitapları da hemen ardından.
İki önemli sanatçının, çevirmenin dostlukları, gevezelikleri, iç dökmeleri, bir dünya muhabbet. Hoş mektuplar, ilgilisi kaçırmasın.
Cevap yaz