Bir günün akışında belirsizlikler olur, boşluklar olur da pehlivan tefrikası türünden bitmeyesi midir, hem o tefrikaların ucu bucağı yoktur, sakız gibi uzar ama Toprak’ın metninde elle tutulacak yüz şey bulursak daha da uzamasını istemez miyiz hikâyenin, bunlar günleri dolduran sorulardandır. Aklımı sorularla doldururum, gün boyunca işimi gücümü o soruları evirip çevirerek yaparım, mesela sabahın yedisinde trene bindiğimde bir bakmışım, Bostancı’yla Küçükyalı arasında denize bakıyorum, istasyonda iniyorum, hiçbir yere varamamışım kafamda. Genelde evirip çevirme faslında kalıyorum söz konusu kurmacaysa, bir günün nasıl genişleyebileceğini düşünüyorum, Toprak’ın genişlettiği biçimde ve elbet Joyce’un itelemesinde bir ihtimalin gücü var: bu iş böyle de olur. Toprak kendi üslubunca, on küsur yılda genişletmiş, metnin ilk sözcüğüyle son noktası arasındaki yıllar metne nasıl yansımıştır, düşünmeye dahil. Ölümün noktalığı, düşünmeye dahil. Başlangıcın sigara dumanının arasından çıkıp gelmesi, dahil. Yataktan kalkıyor, davranıyor, odayı biçimlemeye başlıyor. Küllük dolu, etraf darmadağınık, klozete oturunca bırakılan bomba, hem yatakta hem klozette çaba: “Ulan nesine alışılır ki bunun, insan istemediği şeye nasıl… Sonra bir sabah dal taşak, Yarabbi!.. Kızdım ciddi ciddi, canımı yakacak bir çare arandım…” (s. 10) Yaşamın nesine alışılır, yaşam nasıl ziplenir bir hikâyeye, cevabı evde yok da belki dışarıda. Film kopmamış bu arada, anlatıcının hatırladığı bir şeyler var ama her gece alkol komasının kıyısından dönmek, sabahları ölü gibi kalkmak, bundan ötesi yok. Bu öz yitimin debelenişi içinde bazı detaylar ortaya çıkmıyor değil, Aykut’un, diğer çalışanların, dükkânın varlığı bazen görünür oluyor, biri zarfın içinde toplu para veriyor film çekiminden sonra, işleri güçleri yolunda gidiyor anlatıcının ama eşinden ayrıldıktan sonra dağıttığını, yaşamının tepetaklak olduğunu duyunca niye hatırlamıyor olanları, eski eşiyle konuşana kadar -hayalinde veya değil, gerçi pek bir farkı da yok ya- ne yaşadığını neden bilmiyor, konuştuktan sonra da bilmiyor, adamımızın neyi bilip bilmediğini kendi bedenine, devinimine yaklaşmadığı zamanlardan söküp alabiliriz. Nadiren yani. Gene ölmediği için ağlayacak değil anlatıcı, sabahın köründe sokağa çıkıp rastgele yaşamaya devam edebilir ancak. Ediyor. İtalik bölümlerde geriye dönüşler, biraz daha yavaş, durum değerlendirmesi. Ağlayacak değil, devam. Kapıcı apartmanı temizliyor, sabah yedi buçuk, bir günlük anlatı var önümüzde. Sokaktaki apartmanlardan ikisinin camından sarkan kadınlar konuşuyorlar, biri anlatıcının kırığı. Kocası dahil olmuş mevzuya, çıngar çıkmış, o da bir aşkın fragmanıymış ama erken sonlanmış. Evlilikler bu yüzden sonlanıyor, kolaylıkla bitiyor, evlilik bu hıza dayanamıyor ve camdan bakan kadınlar sessizleşiyorlar. Ağrılı bir anıdır o sabah.
Minibüs. Hayır, bozuğu yok, şoförün hayalleri kesilebilir, şoför öfkelenmişse şofördür ve öfkelenmiştir, anlatıcı hemen şoförleşir ve adamın aklından geçenleri piyasaya çıkarır, kendi zihnine döner. “Yani senin o ne haltsa hayallerin için günboyu bozukluk mu biriktireceğim bir de! Adam ol, işine saygı göster, bir miktar bozukluğu sabahlara ayır da böyle içerlemeyelim birbirimize, fena mı olur! Bak, söylenip duruyorsun için için, gözlerimi arıyorsun aynadan ha bire; öfken kendi sabahının içine etti, benimkinin içine de etsin için fırsat kolluyorsun bulaşacak. Boşuna ama, ben seni çoktaaan… o şişko karın, görgüsüz kayınbiraderin, kuruşları sayan o pis pintiliğinle mahkûm ettim bile; bak, sallanıyorsun ipin ucunda, bittin sen, çırpınma boşuna.” (s. 27) Başkasının varmış bozukluğu, oyunbozan it, akışı bu kez o kesti, oysa minibüs gidiyor, duruyor, kalkıyor, safralarını atıp yeni sıkışıklık katsayısı belirliyor, Toprak ilginç buluşlarını araya yerleştiriyor böyle. Sıkı sıkıya bir anlatım, bilinç pek, durmamasıya. Da, şöyle bir kendinden geçtiğinde olan oluyor, dağ başında bırakıyor şoför onu, son durak. Uyandırmamış, ses etmemiş, şerefsizlik yapmış ama bozukluk yoksa incelik de yok, anlatıcı biliyor. Acayip olayların içine düşüyor sonra, her şey olabilme potansiyeli varken her şey olmaya kalkıyor tabii, yapabiliyorsa neden yapmasın. Çekim var, set kurulmuş, oyuncular hazır, her şey tamam. Şöyle bir görünüyor, hemen alıp yönetmen sandalyesine oturtuyorlar, çekim başlıyor böylece. Ünlülerden genç bir kız oynuyor, annesi yanında, ikisinin yarattığı iç sıkıntısını giderebilmek için onlarla uğraşıyor yönetmen/anlatıcı. Jön var, anlatıcı da jön olabilirdi, sonuçta pek çok film izlemiştir de öğrenmiştir oyunculuğun inceliklerini, neden olmasın. Işıkçısı, sesçisi, hepsi dinliyor adamı, e, bunlar asıl yönetmeni tanımıyorlar mı diye düşündüm bir ara, bu adamı niye hayt hoyt için tuttular da anlamadılar mı pek bir şeyden anlamadığını, sonradan açığa çıkıyor ki gelmeyecekmiş o gün, yönetmen bir arkadaşını yönlendirmiş, onu bekliyorlarmış, bu da tam üstüne. Yapımcı geldiği zaman bir şeylerin ters gittiğini anlıyor da yolluyor anlatıcıyı, kişeliyor resmen, oradan da başka bir hikâye. Kostümcü kadın, bacaklarının güzelliğinden gözlerini alamıyor anlatıcı, birlikte oturup sohbet ediyorlar. Akşama tekrar buluşacaklar, denkleşemediler o an için. Ha, şimdi de var örnekleri, berbat dizilere berbat senaryolar yazıp cukkayı indiren yazarlar, yazarlarımız, bazılarını tanıyorum da sordum, cukka için önceki o güzel metinler. Bir yandan anlıyorum, kira vermekten bıkan yazarlar ev almak istiyorlar, basit. “Senaryo yazarlığı oldukça pratik bir çözümdü bu tasarının gerçekleşmesi yolunda; hem yaratıcılığınız canlı tutacak, sizi sinema soluduğunuz sanısıyla avutacak, hem de gerekli tanışıklıklar için zemin hazırlayacaktı. Açıkçası, şansınız da yaver gitti, ve o suyun ve ateşin şair yönetmeninin yirmisekizinci dereceden taklidi herif, elinizde dosya, daha kapıdan girmenizle tutuluverdi size; ne yazmış olursanız olun, tüm projelerini askıya almak pahasına bile olsa, çekecekti.” (s. 87)
Tekrar buluşana kadar uzunca bir gün var önünde, anlatıcı üç aydır boşanık olduğunu hatırlayınca tekrar unutmak için avarelikle doldurmak istiyor günü, dolduruyor. İntihar sıklıkla karşımıza çıkıyor gün içinde, adamımız hayatın tatlı geldiğini defalarca kabul edip reddediyor, hayat tatlı değil ama görülecek günleri görmek lazım. Hayat tatlı ama berbat günlerden kurtulmak lazım. Balık tutanlar var, bir olta da o sallasa, çay bahçesinde genç kızlarla konuşan yaşlı amcanın muhabbetine kulak misafiri olmasa, bunların hepsi hikâyelerle dolu bu arada, kimlerin neler dediğinden doğan kaç karakter, kaç olay, hepsi anlatıcının açtığı kadar ki pek oralı değil, hep kendine dönüş, dinlediklerinden kendine çıkan bir yol bulmakta, dünyayı kendine yol yapmakta uzman bir kişi. Olmak da istemiyor kişi. Kişi olmak. Çiçeği güneş alsın diye perdeyi aralamaya bile erinen bir kişi. İnsanları “tahmin edebilen”, hani kostümcüyle ikinciye oturduklarında hikâyeyi tamamlamaya çalışıyor, sabah yeterince bilmişti. Bu mümkün değildir, anlatıcı söz konusuysa mümkündür zira serbest dolaylı anlatımı bu kadar zorlayan bir anlatıcı görmek, bir karakter olarak bu kadar eşelemek, tanrıcılık oynamak nadir görülür. Bilir de, etkiler, kadınla bir şeyler yaşarsa unutmaya çalıştığı hayatın bir ucundan tekrar tutacaktır, kendini bir aşka sabitleyip savrulmayacaktır artık, başına gelen ne varsa bu savrulma yüzündendir. Sonra tepeden bir kıyamet indirir Toprak, fırtınanın bir yerinde karşılaştığı çocuk tarafından arzusuna kavuşturulur anlatıcı, kabusuna kavuşturulur ya da, neyi isteyip istemediğini tam olarak bilen ve bilmeyen birinin arzusu olur mu.
Türkçede böyle bir metin iyi ki var, olmasaydı daha iyi değildi ama bir şeydi.
Cevap yaz