Anne, baba, konak, türbe, evliya, bakkal çakkal, sokağın ruhudur bunlar. Sokak insanlarıyla, binalarıyla ve itikadıyla birdir, dünyanın bir minyatürüdür. Aslında değildir ama anlatıcının/komiserin otuz yıllık çocukluk arkadaşı (Ç diyelim) öyle iddia eder, bu yüzden ömrü boyunca sokaktan hiç ayrılmamıştır çünkü niye ayrılsın, mesela komiserin gitmediği ülke kalmamıştır da hâlâ birdir Ç’yle, iyi anlaşırlar, dostluklarını sürdürürler. Gizemli bir başlangıcı var romanın, ONLAR (O diyelim) bir iş yapmıştır, komiser sorguda arkadaşıyla konuşmaktadır ve O’nun varlığını duyunca buruşturur yüzünü, onca bilim falan, kalır mı O? Ç’ye göre kalmıştır, becerdikleri iş seksen bıçak yarasıdır, Ç’nin annesinin katli. Tek şüpheli olarak gözaltına alınmıştır Ç, sorgusunda dalgın ve üzgündür, annesi öldürülmemiş gibi konuşmakta, O’nun yapabileceği iblisliklerden bahsetmektedir. Henüz bir şey yok, sokağın hızla değiştiğinden bahsediliyor, yitip gidenler üzüntüyle anılıyor, tip kadrosu tanıtılıyor. Tip dedim, Özkişi karakter yaratmakla uğraşmamış hiç, herkes siyah veya beyaz. Değişim sokağa uğradığında o güzel günler unutulmuş, politikacılar namussuzluğa başlamışlar, bir sürü şey olmuş da ideolojik tatavanın başladığı nokta topuklu ayakkabılar. Sokağın taşları yere sağlam basan ayaklar görürmüş, cambazlık gerektiren yüksek topuklar ortaya çıkınca bozunum. O iblis, kötülüklerin kaynağı o lanet it topukların sesinde, kadında, kadının içinde ilk defa mekan tutmuş. Eyvah, hoş başlamıştı da değişik bir yere gidiyor roman, gitmese keşke diye düşünmüştüm üç saat önce, ömrümden üç saat gitmeden önce. Gitti, yapacak bir şey yok, makaraya alacak bir metin var elde, böyle değerlendireyim. Gülüm ve Mülazım, mahallenin iki âşığı zaman zaman buluşuyorlar, anlatıcı çocukken bu kadına ilgi duyduğunu söylüyor ama Mülazım ortaya çıktıktan sonra işlerin ters gittiğini, Gülüm’ün korkunç bir şekilde öldüğünü başkasından işitiyor sonra, günahkâr kadın feci şekilde can vermiş. Çocukluktan bir iki hikâye geliyor sonra, Gazi Paşa’ya sunup para alacaklar. Komiser olay yerindeyken hatırlıyor bunları, cesedin yattığı yerde kanıt ararken ince, metalik bir ses duyuyor, O konuşuyor. Gerçekten varlar, basbayağı cinler işte. Diyorlar ki arkadaşın hiçbir suçu yok, suç işlemek için bir insanın eline ihtiyaçları varmış, zavallı adamı kullanmışlar. Komiser kanunun, hukukun bunu yemeyeceğini söyleyince cinler üzülüyor, akıl edememişler bunu. Sonradan ortaya çıkıyor ki Ç zaten orada değilmiş olay sırasında, türbenin oralarda dolanıyormuş. Eey, neçe mantık hatası bu? Ç’yi akıl hastanesinde ziyaret ediyor komiser, tartışıyorlar, durmadan Batı’yı gömüyor Ç. Komiser cinlerle Batı arasındaki alakayı öğrenmek isteyince lafı bir eveliyor Ç, neden akıl hastanesinde olduğunu belli ediyor ama biz ona modern dünyanın bir kurbanı olarak bakmalıyız, bilimin ortaya çıkaramadığı şeylerin savunucusu, bir Feyerabend olarak. Doktor geliyor mesela, hastayla görüşüyor da komiserin ne işi var orada, o da lafa karışıyor, harika bir üçlü oluyorlar. Bizim komiserin değişimi de dillere destan, başlangıçta inancı yokken bir anda mütedeyyin kesiliyor, süper.
Şenlik tam olarak bu görüşmeden sonra başlıyor, Allahsız yaşamın lanetiyle ilgili sayfalar dolusu mugalata. Ç eskiden kadınlara anne olacak, hayırlı evlat yetiştirecek diye bakıldığını, artık rezil bir halde olduklarını söylüyor ve içeri gelen hemşireyle gösteriyor bunu. Minyeli Abdullah‘taki kadar leş bir bölüm: Hemşire gelir, kıçı memesi ohadır, bir de koku saçar ki pey, tam bir günah kumkuması. Bizimkiler kadına bakarlar, Ç içinden bir tövbe çeker, doktor ne yapar bilmem, komiser detaylarıyla anlattığı için gözlerini kadından ayıramaz zannediyorum. Bu tür kadınlar sık sık “hürriyet” derler de bu mudur hürriyet, eğer buysa tamamen kaldırılması hayırlıdır. “İmansız, hak, hukuk, hatır gönül bilmez, saygısız” nesil sokağı altüst etmiştir, dünyanın içine de etmiştir, hasılı etmiştir, herkes şikayetçidir bunlardan, pu Allah belalarını versindir. Değişim Şeytan’dır, bu it bize Batı’dan bir tane muzun içinde gelmiştir de kök salmıştır buralarda, oysa esas kökünden ayrı düşen bir toplumun yaşaması imkansızdır. Spektaküler bir örnek de verilir bu hususta, bir ağacın tepesi budanmıştır da yeni dallar çıkmıştır, o dalın meyvesini yiyenler öğürür çünkü o ağaca o dal ve o meyve olmaz. Yani salak mısınız nesiniz, anlayın işte, kökünüz belli, öyle kafanıza göre dalmayın eriğe ağaçlara falan. Şunu alıntılayayım: “Söyle bana, ölüm sonrası hayattan nasıl ümidini keser insan. İnsan böylesine bir inanç yoksulluğuyla yaşayabilir mi? Yaşamaya devam ederse insanca olur mu bu?” (s. 50) Hayvanlık olur resmen, üstelik etrafta onca heykel, bina falan varken. E hepsinin bir yapanı edeni var, onca şey kendi başına var olabilir mi, tesadüf mü yani? Komiser tam bu noktada iyice aydınlanıyor ve otomobiline yürürken titriyor, bir aydınlanıyor şöyle. Çocuk gibi insanlar bunlar, anlatılanı dinlerken kafa sallıyorlar, hemen kabul ediyorlar neyi dinliyorlarsa, süper.
Doğu ve Batı arasında bir çatışma var tabii, olmaz mı, karakterlere eşit şekilde bölüştürülmüş bu iki medeniyet tekme tokat birbirine giriyor. Sokaktan biri sırf Batıcı, türbeyi yıkmak istiyor. Diğerleri sırf Doğucu, izansızlık ve ahlaksızlık düşmanı, onlar da bir şeyleri yıkmak istiyorlar. Herkes bir şeyleri yıkmak istiyor, herkes çok gergin. Şamata çıksın artık: Komiser kafasına göre rapor yazıp araştırmayı yürütürken cinayetin işlendiği eve geliyor, ilk gördüğünde failden düştüğünü düşündüğü düğmeyi evin kedisinin yanında bulunca hemen cebine atıyor, neden ilk seferde almadığını bilmiyoruz. Sonra Ç’nin suçsuz olduğu ortaya çıkıyor, doktor bir süre daha gözetim altında tutuyor adamı, biraz daha bağnazlık. Nihayet hastaneden çıkıyor Ç, doktor peşinden geliyor ve sohbeti devam ettirmek istiyor, artık üçü beraber takılacak. Etik desen var. Daha iyisi, cinayeti işleyen hain domdomu basıyor komiser, yanında adamı var, ne olduğunu tam anlayamıyoruz ama başı mı dönüyor, aklı mı bulanıyor, bir şey oluyor da mayışıyor, adamı da mayışıyor ve fail adamın silahını çekerek komiseri vuruyor, adamı öldürüyor. Komiser hemen iyileşiyor ve işine devam ediyor. Daha da iyisi, faili yine bir yerde sıkıştırdığını düşünüyor, yanındaki ikinci silahı doktora veriyor ve birlikte basıyorlar mekanı! Oğlum kafayı yedin, tamam da adamını dan dun öldüren, seni sağlam bir yaralayan adam var karşında. Manyak. Kaçtı kovaladı derken merkezden arıyorlar komiseri, çağırıyorlar, amirin odasındaki iki politikacı komiserin işini iyi yapmadığını düşünüyorlar ki doğru, görevden alındığını söylüyorlar ki bu da iyi ama politikacıya ne vazife. Amir ne yapıyor, komisere bir zarf veriyor, zarfın içinde yeni görevinin bilgileri var. Komiser zarfı açıyor, bakıyor ki komiser o politikacı dandiklerin lafını dinlememesini, işini yapmasını söylüyor. Vallahi bu kadar saçmalık yeter deyip bitirecektim ki son bir şey geldi aklıma, puta tapan o iblissi varlığı elden kaçıran komiser tutuklanıyor, hapse atılıyor, yeni anlatıcı gidip neler olduğunu dinliyor ve hikâyenin sonunu merak ediyor çünkü hiçbir şey çözülmedi gerçekten. Komiser ne diyor biliyor musunuz? “‘Ölen de, öldüren de, şeytanın tapınağı da, komiser de teferruat sadece. Bu bakımdan hikâye bilinmeyen tarafları olmasına rağmen bitmiştir. Ya da son şöyle veya böyle olabilir. Bu bir bakıma sizin için daha iyi. Gerçek son, hoşlanılmayan bir son olabilir. Hikâyeye kendiniz bir son yakıştırırsınız.’” (s. 145) Abi hadi ya…
Bu müstesna eser 1975 Peyami Safa Roman Yarışması’nı kazanmış. 100 Temel Eser’den biri. Yani roman desem roman değil, propaganda metni gibi ama o da değil, kâğıt israfı da değil çünkü Özkişi’nin sokağı anlattığı bölümler başarılı gerçekten. Kötü metin diye kesip atayım.
Cevap yaz