1974 Sabahattin Ali Hikâye Yarışması’nı kazanan “Küçük Şehrin Soğuk Geceleri” bu kitapta. Özakın’ın 1970’lerin ortalarında yazdığı öyküler toplumcu gerçekçiliğe yakın, benzetmelerle örülü. Gurbet Yavrum‘dan sonra Özakın’ın ikinci kitabı bu, ardından Genç Kız ve Ölüm gelecek, bir iki metin daha yayımladıktan sonra 12 Eylül yüzünden ülkesine dönemeyecek, evlenip İngiltere’ye yerleşecek Özakın, İngilizce yazdığı metinler Türkçeye çevrilmedi sanırım. Eksikliktir, Türkçe metinler kefil, çevrilmeli. Öyküler mesela, hoş. “Küçük Şehrin Soğuk Geceleri”ne bakıyorum, başta doğanın ve şehrin tasviri. Tepelerdeki çam ağaçları duru akşam göğünü ince kıvrımlarıyla işler, sis ağaç diplerine yumak yumak iner, bol imgeli bir doğa karşılar okuru. Taşrada küçük bir şehir, pencerelerde beyaz patiskadan perdeler, çocuklar yollara rastgele konmuş iri tomrukların üzerinde oturuyorlar, sokakta bağır çağır oyunlar oynuyorlar. Dağınıklık malum, şehir plansız büyüdüğü için yol ortasında sanayi ürünlerine rastlamak mümkün. Erkekler kara kaba kumaştan pantolonlarıyla evlerine dönüyorlar, boyunlar bükük, yoksullukları sürekli kalkan bir kabuk gibi. Ana caddede apartmanlar, tezek kokan ara sokaklarda gecekondular, eski evler. Mekân tamam, insanlara geçelim. Gece vardiyasında çalışan Ali’nin perspektifi. Mineral parçaları göğse iğne gibi batıyor, gömlekte bir dünya leke, yoksulluk halleri. Mutlu yine de Ali, ertesi gece evlenecek, üç günlük izin koparmış. Arkadaşı kızıyor, üç günlük izin pek az, patrona diklenmeli. Gülüp geçiyor Ali, ertesi gün bütün hazırlıklar tamam, düğünde oynayanlar gırla. Gelin dağlı, imrendiği dünyaya adım attığı için mutlu olsa da gelenek görenek işte, sessiz, etrafındaki karmaşayı umursamıyor, başı öne eğik. Ağlama faslı, Ali’den kaçırdığı gözleri merasimin kendisinden çok Ali için olduğunu kanıtlıyor, erkeğin başka bir erginlik ayini düğün. “Onu kullanacak olan erkek, kadınları kullanmanın, onları işleyip eskitmenin onurunu kutlayan öteki erkeklerle şu anda yukarıda sert bir dağ içkisi içiyordu.” (s. 13) Sabaha yakın bazıları düğün evinden ayrılarak işe gider, gece vardiyasından çıkanlar gelir, eğlence sürüp gider. Ali eşini üç günlük izinden ötürü sever gibi görünür, başka bir şey hissetmez. Arkadaşının izni bir haftaya çıkarmasıyla iyice şaşırır, gerekirse greve gidip yeni evlilerin daha uzun vakit geçirmelerini sağlayacaklardır, arkadaş diğer işçilerle görüşmüştür. Habere sevinir Ali, kendisi o kadar mutluyken eşinin niye ağladığını anlamaz. Kitaptaki en iyi öykü bu belki de, kısa bir zaman diliminin olay örgüsü, betimi makuldür, öykü bir tarafa çekmez. “Yunus İle” de iyidir, siyasî suçtan hüküm giymiş sevgilisinin oğluna bakan bir öğretmeni anlatır. Mehmet’in hapisten ne zaman çıkacağı belli değildir, Yunus’a dünyayı öğretmek anlatıcıya kalır. “Hilton’da iki milyona çıkan düğünde mutluluktan tavanı kurşunlarla delik deşik eden iki neşeli fabrikatörün fotoğraflarını kestim. Baskınların, aramaların, panzerlerin, siyasî cinayetlerin fotoğraflarını da kestim.” (s. 21) Dünyanın adaletsizliğinin kanıtları yavaş yavaş birikir, anlatıcı Yunus’la birlikte geçirdiği zamanı anlatırken yakın geçmişte evlerin basılmasını, yaka paça götürülen insanları, mahalleleri bir anda cehenneme çeviren panzerleri de araya sıkıştırır. Mehmet’ten gelen mektup umut vericidir, koğuştakilerle birlikte direnmeye devam etmektedir Mehmet, oğlunu emanet ettiği sevgilisinin sevecenliği gözünün arkada kalmamasını sağlar. Beklerler, zamanın geçip gitmesini, Mehmet’in hapisten çıkmasını beklerler. En duru öykülerden biridir bu da, yine belli bir zaman dilimini anlattığı için sürpriz bir sonu yoktur, kesit öyküleri nasıl biterse öyle biter.
“Kazaya Uğrayan Mutluluk” dengenin alenen bozulduğu ilk öykü sayılabilir, öykünün dokusunda bir gerilme hissedilir. Şöyle ki otobüs yolculuğu anlatılmaktadır, şoför ve hostes uzun uzun tasvir edilir, yolcuların medeniliği övülür, dört dörtlük bir dünyayla karşılaşırız. Sonra beyaz bir araba otobüsü sollar, bir çocuğa çarpar ve kenara çeker. Civardaki köylüler ellerindeki aletlerle arabanın şoförüyle sevgilisine saldırırlar, çift koşarak otobüse sığınır, cam çerçeve inmeye başlayınca otobüsün şoförü gaza basar, hengâmeden kurtulur, öykü sona erer. Birkaç sıkıntı var, öncelikle baştaki uzun tasvirlerin yarattığı beklenti, atmosfer finalle birlikte boşa çıkar. Şoförün ve hostesin anlatıya etkisi detaylı bir şekilde anlatılmalarına gerek olmadığını düşündürür çünkü öylesi huzurlu bir ortam her ne kadar şiddet gösterileriyle tepetaklak olsa da dehşete düşürecek olaylar yaşanmaz, zıtlığın bir kutbu diğerini dengeleyecek kadar ağır değildir, kefenin biri diğerinden daha aşağıya iner. Benzetmelerde de ölçü kaçar azıcık, “ince bir yufkayı andıran yumuşak ses”in yufkalığı ve yumuşaklığı geri kalan bölümde hiçbir zaman çağrışmaz, ortaya çıkmaz, bu benzetme havada öylece asılı kalır, hedefsiz bir girişimdir. Köylülerin otobüs camlarını indirmeleri de sıradan bir korku ögesi olarak değerlendirilmeye yatkınken Özakın araya hemen çok önemli bir detayı ekleyerek aksaklıklarına rağmen öyküyü kurtarır belki de, köylülerden biri adalete güvenmediklerini, kaza yapan her sürücünün para yedirerek paçayı kurtardığını söyler, gösterdiği şiddeti kendince meşru kılar. Özakın’ın öykülerindeki bu hassasiyet önemli, toplumsal problemlerin farklı veçhelerinden en az biri var her öyküde. “Küçük Bir Burjuvanın Acıları” da tipik bir durum anlatısı olmaktan öteye gidemeyen bir öykü, annesinin despotluğu yüzünden hayatını yaşayamayan bir kadın öğretmenlikten emekli olduktan sonra özgürlüğünü kazanmanın tam zamanı olduğunu düşünür, Avrupa’ya seyahat etmeye karar verir. Bin bir sıkıntıyla girdiği seyahat acentesinden zaferle ayrıldıktan sonra annesine ne diyeceğini düşünür, lafları aklında derleyip toparladıktan sonra yeni yaşamının o gün başladığını hisseder, öykü yavan bir sonla biter böylece. Çatışma örneği görmeyiz pek, karakterin dümdüz anlattığı yaşamın sıkıntısıyla kalakalırız. Bu küçük burjuva acısı Genç Kız ve Ölüm‘ün ana izleği olarak karşımıza çıkar sonra, hatırlamıyorum ama o romandaki yazar kadın bu öyküyü yazmış da olabilir, üstkurmaca hoş olurdu. “Sessiz Bir Dayanışma” Karadeniz’den İstanbul’a hareket eden bir otobüsteki küçük çocukla müstakbel işçi arasındaki anlık ilişkinin anlatımını içerir. Kürklü kadın küçük kızı evlatlık almıştır belli ki, İstanbul’da kızı nasıl bir hayatın beklediğini allayıp pullayarak anlatır, adamsa toprak sahipleri tarafından kovulduktan sonra hemşerileri gibi fabrikada çalışmaya gitmektedir İstanbul’a. Sessiz bir dayanışmadır bakışları, adam uyuyan kızın üzerine montunu örtüp uykuya dalar, bir süre sonra küçük ellerin montu aynı şekilde üzerine örttüğünü duyumsar. Hoş bir öykü bu.
“İzmir” yine iyi öykülerden biri. Güler’ini özleyen anlatıcı İzmir’e gider, kızdan şehri gezdirmesini ister. İkisi de alt sınıftandır, paraları olmadığı için pahalı yerlerde duramazlar pek, Güler anlatıcıyı doğduğu mahalleye götürerek yoksulluğun İzmir’deki halini gösterir. İşçi evleri perişan halde olsa da insanlar sıcaktır, yıllar sonra Güler’i gördükleri için pek mutlu olurlar, ellerinde pek bir şey yoksa da olanı paylaşmak isterler, ikramda bulunurlar. Evden eve çevrilen kamerada aynı dertle boğuşan yaşamları görürüz, nihayetinde Güler’i evlenmeye ikna eden anlatıcı kendi yaşamlarının daha iyi olmasını sağlamak için elinden geleni yapacağına söz verir, kendi kendini cesaretlendirmeye çalışır. Görece sade bir öykü bu da, oyunsuz.
Diğer öykülerde sol derneklere üye olanların ihanetleri, sınıf farkından ötürü doğan çatışmalar, alt sınıfın insanlık halleri var, oldukça gerçekçi. Özakın’ın romanlarını daha çok beğendim ben, öyküleri o kadar olmasa da iyi yine. Özakın’ı okumaya başlamak için iyi bir tercih değil, bir iki romanından sonra okunursa isabet olur.
Cevap yaz