Epigraftaki birkaç dize Murathan Mungan’ın Lal Masallar‘ından, anlatılanlara masal deneceği. Hakikati bilenlerin dahi. Masala inanmayanların gerçeğe de inanmayacağına dair. Aynı sayfanın aşağısında bir uyarı: anlatılacakların hepsi masal, gerçeğe benzemesi rastlantısal. Kurgunun gerçeğe dan dun çarpacağına şüphe yok, yaşananları biliyoruz. İki gün önce ilk ağızdan dinledim, okulun yeni müdürü oralarda büyümüş, sorduğumda gecenin bir yarısı hızla gelen ak arabaların kara dehşetinden bahsetti. Tezata ne lüzum, maksat belli, evlerinden yaka paça çıkarılan insanlar vardı, ertesi gün yok. Bir varmış bir yokmuş, masal ya, insanları tekerlemeye indirgemek. Devlet devlet işler, resmî hikâyeleri lop diye yutturmak. Otuz yıldır yutmaya direnenlerin çektiklerini bir sınav günü gördüm, hafta sonu okuldan çıkınca on dakika yürüdüm. Şahidim, masalı kırıyorlar. Kaskatı hakikate ne dayanır, Kaf Dağı bile eriyip gidiyor karşısında. Bekliyorlar. Dilime gelmiyor fazlası, ellerdeki fotoğraflar masal da fotoğrafları tutanlar nasıl o kadar gerçek. Devlet: çocukları masal eyleyip annelere anlatan. “21 Mart 1988 Cumartesi” ibaresinin yer aldığı sayfada bir çizim var, fotoğraftaki genç adam bir zamanlar sadece fotoğraftan ibaret olmadığını anlatırcasına bakıyor, saçları gözleri tamam. Çerçeveyi tutan eller buruşuk, çatlaklarla dolu. O güne gidiyoruz, anlatıcının annesiyle birlikte büyük bir kapının önünde beklemeye başladığı güne. “Sizinki ne zaman, nerede, nasıl bitti bilmiyorum. Benim çocukluğum ağabeyimin kayboluşuyla sona erdi. Ardında çizgi romanlar ve henüz anlatılmamış masallar bırakarak ansızın ayrıldı aramızdan.” (s. 11) Arjantin’de davalar açıldı, generaller hapse tıkıldı da çocuklarını yitiren anneler biraz olsun huzur buldular, burada huzur yoktur çünkü hukuk yoktur, varsa da işlemez. Keyfîdir, politik çıkarlar için annelerle görüşen muktedir bir süre sonra polislerini yollar. Bilinir, bir polis copunda ülkedeki bütün kanunlardan daha fazla kanun vardır. Paçavra ülke, sıfatları anayasada cafcaflı olsa ne. Bir sorucuk yahu, koskoca devletin dağa taşa bakarak duymazdan geldiği: “Oğlum nerede?” Yer bir mezara da çıkabilir, olsun, kemikleri versinler. Yok, hiçbir şey yok, bu yüzden inanmıyorlar devlete, uyduruk masallara da inanmıyorlar. Parmaklıklara sırıta sırıta yaklaşan, oğlanın firar ettiğini veya daha da kötüsü, oraya hiç gelmediğini söyleyen polis, asker bin kilometre ötede de aynı. Masal memleket. Vatandaşını ideolojik kalıba sığdıramazsa sokuverir bir kurgunun içine, bitti. “Kimi kendiliğinden anlatıyordu olup biteni, kimi sorulduğunda. Ekmek almak için çıkıp bir daha geri dönmeyen de vardı, gözaltında göz göre göre kaybolan da. Bütün çabalar sonuçsuz kalıyor, yetkililer kayıplarla ilgili bir açıklama yapmıyorlardı.” (s. 11) Kapının önünde dinlenecek hikâyeler var, dizeler halinde çıkıyor karşımıza.
Retime’nin hikâyesidir: 1962, liman işçisi Bender grev çadırının önünde davulu gümletiyor, o sıra eşi Retime bir oğlan doğuruyor. Ülmen’in fazladan parmağı bolluk bereket, besbelli, ertesi gün grev yüzünden şutlanıyor Bender. Yıllar sonra bu dünyadan göçüyor, Retime yılıyor dünyadan, Ülmen altı parmaklı yumruğunu havaya kaldırarak meydanlara akın ediyor, köyündeki kızların kalbini çalıyor. Dilden dile “dev genç” diye gezinmesi manidar, koca cüssesiyle devrimin yılmaz neferi olarak bellenen Ülmen’i tankların sıralandığı bir eylül günü alıp götürüyorlar, arkadaşları kapı kapı geziyor ama haber yok. Retime’ye oğlunun emniyette gözaltında olduğu söylenince kadın rahatlamış, devrim tutmazsa emniyet tutarmış. Tutmamış, kimse emniyette değil. Firar ettiğini söylemişler, duvarları ve silahlı adamları aşıp kaçabilmiş Ülmen, evvel zaman ve kalbur saman içindeymiş. Aylar geçerken ara sıra birileri gelip soğuk odalara götürmüşler Retime’yi, üzeri örtülü genç adamlara bakmasını söylemişler. Tuttuğu beş parmaklı elleri “utancın gölgelediği sevinçle” okşamış Retime.
Sağkız’ın hikâyesidir: Sağkız çiçeği burnunda hemşire, “ülkenin bittiği yere” tayini çıkınca babasını bırakıp gitmek istememiş ama adam ikna etmiş, olmazsa dünyanın öbür ucu değil ya, dönermiş evine. Dönecekmiş de, sonsuz kadar engin beyaz, sert bir rüzgâr, sabah ilk otobüse atladığı gibi, o sıra silah sesleri gelince irkilmiş, Afran karların üzerine devrilmiş. Doğruca sağlık ocağına, Sağkız dönmekten vazgeçmiş. Afran coğrafya öğretmeni, adeta bir ansiklopedi, öğretmen evinin boş odasını ayarlayıverecek kadar insan. O sıra Sağkız’ın babasının vefat haberi gelmiş, beraber memlekete yolculuk. Belli ki acıları bölüşecekler, eylemlerde birlikte yürüyecekler ve evlenecekler nihayetinde, kısa süren mutluluk. Darbeden sonra öğretmen evini basarlar, kimlikleri toplayıp giderler, emniyete uğrarsa kimliğini geri alabilecektir Afran. Masalı anlatan kimse üç delikli şapkayı çıkarır o sıra, Afran’ın emniyette taktığı, o sıra dan dan dan, üç delik açılan şapka. Yaşlı bir kadının elinde bekliyor, sahibinin yeri belli olursa mezarın üzerine yerleşecek.
Nulipar’ın hikâyesidir: 1966, toprak bir anda kükremeye başlamış, büyük deprem. Nulipar dünyanın sallandığını görmüş, sonra hiçbir şey görememiş çünkü toz duman, ortalıkta uçuşan canlar. Eşi Eflal’la birlikte apar topar dışarı atıyorlar kendilerini, evin önündeki kiremit yığınından gelen sese kulak veriyorlar, bir çocuk! Çepik, artık onların. Arayıp soran olur diye uzun süre beklemişler, devlet bir çare bulamamış, sor soruştur bebeği tanıyan kimse yok. Büyütüyorlar, Çepik üniversiteye giriyor, çok zeki çocuk. Halkından ileri değil, sokaklarda askerlerle mücadele ediyor, ailesini korkutmayı başarınca paparayı yiyor ama vazgeçmiyor davadan, dökülen dilleri kibarca toplayıp annesiyle babasının kucağına bırakıyor. Kaybolmasına çok yok, Nulipar ve Eflal karakolun önüne gittiklerinde çocuğun salınacağını söylüyorlar, oysa develer tellal, pireler berber. Nulipar yıkıntılardan çıkarmış çocuğunu, devletin köçeğine bırakmayacağını haykırınca üniformalı patlatmış yumruğu, kadını içeri çekelemiş. Derken bir başka kadın tutuyor elinden anlatıcının, hemen meydana dönüp anlatılacak diğer masalların çokluğunu seziyoruz. Herkes masalını anlatmak istiyor, yeni birine en baştan anlatmanın tesellisi.
Fersude’nin hikâyesidir: Fersude’nin önce babası ölmüş, sonra annesi. Koca anaya gözü gibi bakmış Fersude, et sularıyla ve tertemiz çarşaflarla. Kabuslar bir yandan, tek başına kalmanın dehşetini rüyalarında yaşamış Fersude, koca ana da öldükten sonra nohut odayı kiralamaya karar vermiş. Genç bir çocuk gelmiş, küçük valizinde deri çanta, daktilo. Çocuğun adı Revin, ne kadar kalacağı belli değil, belgelerini alınca yurt dışına gidecek. Sol kolu yok, her işi sağ koluyla halledebiliyor, daktiloda yazmak dahil. Propaganda metinleri mi yazıyor, ne iş yaptığı meçhul, Fersude’nin aklına şüphe düşüyor çünkü evi bir bassalar duman olurlar. Nedir, belgeleri toparladığı gün gece vakti kapıda beyaz bir araba durur, Revin’i alıp götürür. O günden beri Fersude’nin rüyalarındadır Revin, elindeki kemik torbasıyla.
Kalan hikâyelerde de ağıtlar yankılanıyor, hele bütün kasabaya okuma zevki kazandıran adamın olduğu öykü feryat figan. Okuma grubu, kitaplar derken köylü ciddi ciddi okuyor, bundan rahatsız olanlar şikayet dilekçesini patlatıp adamı tutturuyorlar, bir daha kitap okuyabiliyor mu bakalım. Gözleri kaldıysa. Çirok’un hikâyesi ne acayip, darbe zamanı Dozdar’la Nayiha ortalıkta koştururlarken bir komutana denk gelip durumu anlatıyorlar, Nayiha’nın doğum yapmasına pek bir şey kalmamış. Komutan hamile kadını askerlerine taşıtıyor önce, yoldan araba geçmeyince Nayiha’nın haykırışlarına dayanamıyor ve tankla götürüyor müstakbel anneyi. O kadar gerçek ki sırf bunun için takdir etmeli Şenkon’u. Anlatılarda ölen insanların tümünden birer parça kaldığını gösterdiği bölüm için de. Çukur aynı, yaşamlar farklı ama bu ülkede alt-orta sınıftaki herkesin yaşamı biraz aynı. Bu utançtır, acıdır, hepimizindir.
Cevap yaz