Özkırımlı’nın yazıları iki bölüme ayrılıyor, 1972-1995 yılları arasında ölen sanatçıların anıldığı yazılar bir tarafta, söyleşiler diğer tarafta, iki koldan aydınlık. İlk bölümdeki yazılar Yunus Emre’den yakın tarihe kadar geliyor, söz gelişi Tevfik Fikret’in portresini çiziyor da genel bir değerlendirme sadece. Birkaç ilginç ayrıntı var, Özkırımlı’nın araştırmacılığı sayesinde öğreniyoruz, Ahmet Midhat’ın yakın arkadaşlarına silah çekmesi mesela. Hüseyin Rahmi Gürpınar anlatıyor: Ahmet Midhat’ın çiftliğinde yenilmiş içilmiş, dönülecek de Beykoz’a yanaşan vapur kaçırılmış, sonraki vapura da iki saat var, en iyisi sandal kiralayıp Yeniköy’e geçmek, vapuru yakalamak. Doluşuyorlar, yolda deniz kabarıyor, sandal su alıyor bir yandan, geri dönülecek nokta da çoktan geçilmiş. Biri kıpırdayınca sandal şöyle bir sarsılmış, Ahmet Midhat tereddüt etmeden çekmiş silahını, tetiğe alıp bağırmış: “Hareket yok, kim kıpırdarsa alnına kurşunu yer!” Muallim Naci, Mustafa Refik, İkdamcı Ahmet Cevdet ve Hüseyin Rahmi put gibi durmuşlar öyle, nihayet Yeniköy’e varınca rahat bir soluk almışlar. En rahatlayanı Ahmet Midhat’tır herhalde, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın fikrince Ahmet Midhat yüzme bilmediği için paniklemiş ama çaktırmamış hiç. Gürpınar’ın davaları var, başka yazılarda değindim, tekrar bahsetmeyeceğim ama Heybeliada’daki inzivasını anlatacağım, tam istediğim ortam çünkü. Refik Ahmet Sevengil’e yazdığı mektupta esas kapının kilitli durduğundan bahsediyor Gürpınar, ziyaretçiler kümes kapısından girmeli ve yerde buldukları bir taşla kapıya tak tak vurmalı, içeridekiler duyana kadar. İzahatı herkese vermezmiş Gürpınar, Sevengil’i tutmuş olsa gerek. Refik Halid Karay da anlatıyordu bir yazısında, arkadaşlarıyla Heybeli’nin tepelerinde dolanırken Gürpınar’a rastlamışlar, baksa selam vereceklermiş ama kafasını kaldırmamış bile, hızlanıp eve girmiş. “İnsan kaçkını” olarak tanımlıyor kendini, öldüğü zaman eşyaları arasında bulunan iki çuval bohçadan yüzü aşkın eldiven, sayısız takke ve yünden örülmüş bere çıkmış, yazmak ve dikmek dışında hiçbir işi yok Gürpınar’ın.
Söyleşiler. Can Yücel’e göre “sıkı şiir” aslında “ağzı sıkı şiir”, hiçbir şey söylemiyor, anlatmıyor, vermiyor. İkinci Yeni’yi, Ece Ayhan’ı eleştiriyor Yücel, okuru da eleştiriyor çünkü şiir el üstünde değil artık, ayaklar altında. Basını topa tutuyor, şiiri geri plana atan ne varsa iyi bir kalaylıyor kısaca. Tomris Uyar memlekette her şeyin ortalama olduğunu, öykünün de bu ortalamalıktan payını aldığını söylüyor, “yazma düellosu” uyandıracak kimse olmadığı için kendisini aşmaya çalışıyormuş Uyar, bu sözlerinden ötürü tepki çektiğini ve durumu toparlamaya çalıştığını görüyoruz sonraki söyleşilerde. Aslında başka bir anlamı taşıyacak veri de yok söylediklerinde, neyi düzeltmeye çalıştıysa artık. Tarık Dursun K. okunmamaktan şikayetçi, yazarlığa başladığı zaman üç bin okuru varmış, elli kitaptan sonra yine üç bin okuru varmış, okurlara ulaşamamak belki de bir şeyleri eksik yaptığından ötürü çünkü diğer yazarların kitapları hayvan gibi satılırken onunkiler niye o kadar, muamma. Gazeteler çok satıldığı, okur gazeteye yöneldiği için yazarlıkta geri kaldığını düşünüyor Tarık Dursun K., çok okunmakla niteliği denkliyor bir anlamda. Her yerinden eleştirilebilir söyledikleri, üç bin okura burun kıvırdığı için ayrıca eleştirilebilir, girmiyorum. Melih Cevdet Anday tiyatro metinlerinden bahsediyor, hapishaneye sokulmayan şiir kitaplarının gerçekten de çok tehlikeli olabileceğinden bahsediyor, mesela “sayın” Muhammet şairleri cehennemin dibine gönderdiyse kim bilir ne şer odağıdır onların yazdıkları şiirler, bilinmez. Yarışmalar için yollanan şiirlerin matematikle kurulmamasına tilt olmuş Anday, özellikle mühendislik öğrencilerinin yolladıkları şiirleri görünce hayrete düşermiş çünkü mühendis adam yani, ritme, sese neden dikkat etmezmiş, hayretmiş. Şairi bunca çok bir toplumun geri kalması da normalmiş, okur olması gerekenler yazmazlarsa eksik kalacakları için ortalık şiirden geçilmiyormuş. Salim Şengil’e dergi çıkarmasını Memduh Şevket Esendal tavsiye etmiş, Seçilmiş Hikâyeler‘in ilk sayısında MŞE’nin de bir öyküsü varmış. Çok önemli bir dergi bu, Orhan Duru’dan Vüs’at O. Bener’e pek çok yazarın ilk öyküleri bu dergi aracılığıyla okura ulaştı, Yaşar Kemal’in ilk öyküsü dahil. Dergicilikten önce de öykü yazıyormuş Şendil, otuz yıldan sonra tekrar yazmaya başlamış ama sesini bulamamış bence, öyküleri yayımlanmasını sağladığı öyküler kadar başarılı değil. Cemal Süreya’nın Papirüs serüveni geniş geniş anlatılıyor, şöyle özetlenebilir: Süreya parayı buldu mu dergi çıkarmış, kirasını bile ödeyemeyecek duruma gelince kapatmış. Avrupa’dan getirdiği arabayı satıp parasıyla geçinebilirmiş rahat rahat, ne yapmış, evet, dergi çıkarmış. Çeviriye yer vermemiş hiç, sebebi Memet Fuat’ın dergisinin çeviri ağırlıklı olması. Süreya eksiği kapamış bir süre, ardından dergiyi kapamış. “Cemal Süreya’ya göre bir derginin yıllarca yayımlanması da doğru değil zaten. Dergi dediğin kitaplıkta yerini bulabilmeli, bilemedin iki karış kadar bir yer tutmalı.” (s. 180) Vedat Günyol’un Yeni Ufuklar‘ı bu tarife uymuyor, yirmi beş yıl boyunca çıkan derginin arkasında Orhan Burian faktörü var. Genç yaşta hayatını kaybeden Burian vasiyetinde derginin çıkması için Günyol’a vazife vermiş, para da bırakmış biraz, tamam işte.
Adalet Ağaoğlu ayrı bir paragrafı hak ediyor, eleştirilere pata küte girişmesi numunelik. Konur Ertop’un Ruh Üşümesi‘yle ilgili eleştirisini eleştiri olarak görmüyor, savcıya jurnalmiş sanki. Erotizm mesele olmuş o zaman, ihbar edilmiş neyi edildiyse, Ertop harlamış ortalığı. Bunun dışında cümle seçerek eleştiri olmayacağını söylüyor Ağaoğlu, cümle seçerek eleştiri olur. Kırk yıl iğneyle kuyu kazar gibi yazmış, belirli bir okura ulaşmış bir yazara karşı ülkenin takınacağı bir tavır olmalıymış, olmayabilir. Ertop’un üslubu alçaltıcıymış, bilemiyorum, yazıyı okumadan yorum yapmamalı ama Ağaoğlu’nun kayışı koparıp yaylım ateşi açması matrak: kimi “hırsız” demiş, kimi “menapoz” demiş, kimi “hırslı” demiş, kimi “sıfır” demiş, herkes Ağaoğlu’na bir şeyler söylemiş de on sekiz yaşından beri elinde kalem yazmaya çalışmak suç muymuş? Bir haksızlık kokusu geliyor, Burhan Günel’e atılan taşı da gördüm, şöyle enine boyuna bir araştırmak istiyorum hırsızlık meselesini de zamanımı israf edemem ya. Geçenlerde öykücüler arasında zortlayan çalma çırpma hadisesini üç buçuk ay önce duyduğum zaman kitapları okuyup kıyaslamıştım, aynı atölyeden formasyon almış üç yazarı arka arkaya okuyunca torna zehirlenmesinden yataklara düşmüştüm, bir daha böyle bir işe girmemeye and içtim o zaman. Gerçi kalite daha yüksektir Ağaoğlu mevzusunda ama yeter, okuma seyrimi bozarsam iki olsun. Egosu sustuğu zaman ne söylüyor Ağaoğlu, Özal başa geldiği zaman “taşra ihtilali”nin gerçekleştiğini anladığını, yozlaşmanın televizyondan fışkırmaya başladığını söylüyor. Ankara’dan İstanbul’a taşındıktan sonra hiçbir yere kolayca ulaşamadığı için mutsuz, orada tiyatrosu, sineması, kitapçısı hep bir yerdeyken İstanbul’da önce “şehre inmek”, sonra ayrı ayrı yerlerde bulunan kültür mekanlarına sürünerek ulaşmak gerekiyormuş.
Attilâ İlhan’ın röportajı da hoş, malum ödülü aldıktan sonra şiir dünyasının tavrına hayran olmuş İlhan, “Kim lan bu çocuk?” diyen şiir kodamanlarının isteğiyle Beyoğlu’ndaki kahvelere gitmiş, kendini tanıtmış babalara. Fransa’ya gidip Türkçe şiir örneklerini gösterdiği zaman gülmüşler, “Yav biz bunları yetmiş seksen yıl önce yazdıydık zaten,” demişler, bir dünya muhabbet. Garip eleştirisi hemen geliyor tabii, İlhan kendi şiirinin temelini anlatırken eleştirilerini de patır patır sıralıyor. Salâh Birsel söyleşisi en son, anlaşılıyor ki denemelerinde bir başka Birsel var, söyleşisinde bambaşka bir Birsel. Evet.
Dönem fotoğrafı resmen, denk gelen baksın, okusun bir.
Cevap yaz