Eklektik yapısından bombastik bir bütün çıkaramayan, gerçeküstüyle hayalüstünü şöyle sağlamca çakıştıramayan, kahramanının sıradan yaşamını sıra dışı kılacak olayların o kadar da sıra dışı olmadığı -George W. Bush telefon etse ne, bir olağandışılık olarak televizyonun daima açık kalmasından föşkürecek büyü ne- ve ani zıplamalarının hikâye sicimleriyle şöyle haldır haldır bağlanmadığı bir roman, demeye dilim de varmıyor, anlatı diyebiliriz. Yanılsamalar bariz laytmotif, kahramanımız ne zaman gerçekliğe şöyle rahat rahat kurulsa ayaklarının altından kayıveren zemin aslında kahramanın istencinin peşine düştüğünü gösterir, bazı şeyler yaşanmaktadır ama çarpık yaşamdır toplam, nitekim kahraman da yanılsamalarından bıkacak ve kendini Kaş’a atacaktır. Fırlatacaktır diyelim, dan diye uçuverir Almanya’dan Türkiye’ye, evini barkını alır, yerli çarpıklıklarını yaşamaya başlar. Eksenin kaymaya başladığı yerden alalım, çok parçalı romanın ilk bölümü “Hollywood Affet Beni”, çalan telefonun anlatıcı kahramanı yoldan çıkarmasını izliyoruz. “Telefonun her çalışında ben mutlaka başka şeylerle meşgulümdür ve her seferinde en düşünmemem gereken şeyleri düşünürüm. Şimdi olduğu gibi. Düşünürüm ve hayalimde hemen bir senaryo canlanır. Yaratıcılığı kısır, ama el işçiliğine güvenen bir rejisör edasıyla, birtakım cılkı çıkmış klişe düzenlemeler yapar, bazı sahneler tasarımlayarak onlarla bir süre oyalanırım.” (s. 9) Nefret ediyorum gizini hemen afişe eden kurgulardan ya, geri kalanında anlatıcının aslında düş kuran bir maşrapa çıkması bile mümkün, oyun her yanıyla açık, merak ölü. Ey? Neyse, anlatıcı senaryolarını kurguluyor, gerçekliğini de oturtuyor o senaryolara, karıştır dur. İnsanlar o senaryolarda anlatıcının kurguladığı karakterlere dönüşüyorlar, çalan telefonun öbür ucundaki insan Luise’yse gerçekteki Luise değil, zaten Loreen Green olduğunu söylüyor kadın, yazarın eserlerini İngilizceye çevirmişler de çok sevmişler, senaryolaştırabilirler mi? Luise tavsiye etmiş metinlerini, o ajansta çalışmaya başladıktan sonra eski sevgilisine kıyak geçiyor. Aslında geçmiyor, anlatıcı hayalinde muhteşem bir hayat bahşediyor kadına, hepsi bu. Anlatıcının temeli atıldı kısacası, güvenemeyeceğimiz bir yazar, hikâyenin herhangi bir noktasına istediği ayrıntıyı sokabilir, paşa keyfinin dayatmasına razı geleceğiz.
“Büfeler Üçlemesi” üç büfenin sırayla merkeze alındığı üç öyküden oluşuyor. Bağlantılı öyküler diyebiliriz, öykü bütünlüğünü taşıyan bölümler diyebiliriz, bu sefer keyif bizim. Anlatıcı çocukluğuna erişiyor, Natpinkerton dergisinin tutkunuymuş da çarşamba günlerini iple çekiyormuş bu yüzden, âşık olduğu kızı da gördü mü keka. Atladık güncel zamana, anlatıcı caddelerde dolanıyor, kendini Natpinkerton’la denkliyor ki önüne ansızın bir serüven düşsün, bu da atlasın gitsin. “Şimdi Natpinkerton’a değil ama, onu hikâye eden yazara özeniyordum. Hiçbir ön tasarım olmadan, ilk tosladığım konuyu yazacaktım bugün. Ben de damdan düşer gibi hemen konuya girecek, onu düşünsel ve muhayyel yurduma yerleştirecektim.” (s. 19) Düşünceleri darmadağınık, yüz iki yıldızlı bir otelin önünde dikilen kodamanlara bakıp kapitalizme sövüyor temizinden, Savigny Platz’daki Hasret Imbiss’e uğruyor. Hasret? Hemen içeri giriyor, tezgâhın arkasındaki türbanlı kızı, Ebru’yu fark ediyor, döner istiyor. Cacıklı döner. Yerken yanındaki adamla sohbet etmeye başlıyor, hayatları orada geçiyormuş, dışarıda yaşam akıp giderken onlar tezgâhta takılıyorlar. “Bense çoktan adamın sözlerine takmıştım. Kendi kendisine takan bir şehir metaforu, şimdi bir tasarım olarak kafamın içinde dönüp duruyor, bütün düşüncemi olmadık resimlere dönüştürüyordu.” (s. 24) Anlatıcının kente ve insana dair parlak fikirleri metnin tek çekici yanı herhalde, başka bir şey yok. İkinci öyküde ticari hesaplar giriyor devreye, okuyucularını kaybetmek istemeyen anlatıcı korkuya kapılıyor çünkü “Hasret Imbiss” adlı öyküsü gazetede yayımlanır yayımlanmaz bir dünya telefon ve e-posta almış, hiç de öyle sıra dışı olmayan yazısına gelen tepkiler ürkütücü. Kimi küfrediyor Türkleri öylesi küçük düşürdüğü için, kimi öyle bir yerin olmadığını söylüyor, kandırıldıkları için öfkeliler. Yazı dizisini sürdürecek anlatıcı, adres bu kez Gurur Imbiss-Ustanın Yeri. Gerginlik yine yükseliyor, anlatıcıyı tanıyan usta hemen kendi yazılarını, şiirlerini çıkarıp adamı darlamaya başlıyor. Aslında birbirlerine yabancı değiller, uzun süredir karşılaşmamışlar sadece, aynaya bakar gibi bakıyor ustaya anlatıcı. Kendi yaratısı, hangi öyküsüne koyduysa oradan fırlayıp çıkmış adam, böylece kurmacadan kurmacaya fırlayan karakteri de listeden silebiliriz, katmanlar arasında geçiş. Üçüncü öyküde bu ikincisine hiçbir tepkinin gelmediğini öğreniyoruz, yine de dikkat çekmiş, George W. Bush arıyor. Evet, tarafından. Her hareketinin kontrol altında olduğunu öğreniyor anlatıcı, Irak’ın işgal edildiği süreçte Amerika’ya karşı çıkan kim varsa izlemeye başlamışlar, Bush uyarıyor bu uçtum kafalıyı. Luise arıyor sonra, anlatıcının evinde on gündür beklediğini söylüyor, gerçeklik iyice kaykılıyor. Toparlanmayacak, büfe hikâyelerinin sonuna geleceğiz, bu kez Bruno Neuhaus nam gazeteci mi, ajan mı, ne idüğü belirsiz kişi musallat olacak bizimkine. Televizyon vasıtasıyla. Baudrillard’ın Körfez Savaşı sırasında televizyon için söylediklerini aklımızda tutalım, anlatıcı Neuhaus’un telkiniyle televizyon izlemeye başlayıp öykülerine yeni temeller buluyor ama hikâyeler, anlatım, her şey yanlış. Kurguya lazım olan malzeme ayırt eder mi bunu, anlatıcı Neuhaus’u bulup teşekkür etmeye niyetlense de adam ortada yok, bulunacak gibi değil. Anlatı iyice karman çorman bir hale geliyor sonrasında, o dönemin şansölyesi Schröder giriyor metne, Bush çıkıyor. Meğer televizyon açık kalmış, kafa karışıklığının sebebi. Neuhaus hiç beklenmedik bir anda ortaya çıkıp anlatıcının dengesini iyice bozunca, iki parmağıyla gerçekliği kulağından tutup savurunca Kaş’a sığınıyor anlatıcı, senaryolarından kurtulmak istediği için yallah Türkiye’ye. Hikâye bambaşka bir noktaya erdi şimdi, yeni paragraf lazım. Oraya gidiyorum.
Gittim. Kaş’ta eski bir ev, yenilenmesi lazım. Ucuz, denizi süper bir yerden görüyor, çok işi var. Mimar gelip ortalığa bir bakıyor, yatak odaları ve banyolarla doldurmak istiyor evi, anlatıcıysa geniş alanlar istediği için uyuşamıyorlar. Enstalasyon için, zihninin darlığını ortadan kaldırmak için geniş alana ihtiyacı var, sağlayacak ama yerlileri düşman edecek kendine. “Belki, taşrada herkesin, istese de istemese de, birbirine katlanma zorunluluğundan, böyle davranmaya mecburdu. O anda dışlanan herhalde ben olmalıydım.” (s. 79) Virgül terörünü görmezden gelelim, anlatıcı hemen yaban yerine konur, sonrasında kuracağı ilişkilerde de aradığı yakınlığı bulamayacaktır. Marangozla kurduğu hariç, o da bir nevi yaban olduğu için anlaşabiliyorlar. Mevzu dekorasyon, hazır eşya almak istemeyen anlatıcı bu marangozu buluyor, eşyalarını yaptırırken özel hayatları hariç -anlatıcının yanılsamaları da hariç- her şeyi paylaşıyorlar. Marangoz’un eşya toplamak için dağları taşları dolaşırken ölen eşi yüzünden dışlanması, anlatıcının zaten dışlanması bir yakınlığa yol açıyor, sonra marangozun kızıyla başka bir yakınlık, iyice kopuyor çevreden anlatıcı. Yaşamının her adımını yazıya geçirip onu kösteklemek istemediğini yazıyor günlüğüne, bir de bu günlük meselesi var ama esas anlatıdan hemen hiç ayrışmıyor, anlatıyı günlük veya günlüğü anlatı olarak değerlendirebiliriz. Marangozun kızı nedensiz kıskançlıklarla kafayı yiyip İstanbul’a uzuyor, niye, anlatıcıya Almanya’dan gelen mektupta iyi haberler yok, Luise Kaş’a tez geleceğini söylüyor, anlatıcı hikâyelerini geride bırakmaya çalıştıkça başarısız olduğunu görüyor, niye, bütün hikâye aslında yaşamdan kurtulma çabası olarak görülmeli mi, anlatıcının bizi sürdüğü yerden memnun olmalı mıyız illa, anlatının ve anlatıcının amacından bahsetmiyorum ama zorla sokulan bir yolda gidip gitmemek bizim tercihimizdir sanıyorum.
Eh diyeceğim, denk gelinirse okunsun.
Cevap yaz