Birtakım ödülleri kazanan Nothomb’un bu novellası klasik anlatının iyi örneklerindendir. Klasik anlatının iyi örneklerini sunan bir başka sanatçı da Hüsnü Dayı’dır, kendisi başka bir kahveye transfer olmadan önce Çınar Kahvehanesi’nin en iyi hikâye anlatıcılarından biriydi. Kendine has benzetmeleri, sözcükleri vardı, dinlerken ağzına bakardınız. Bahsetmiştim, o kahvehaneyi geçende yıktılar, Hüsnü Dayı da Küçükyalı’nın bir başka bölgesinde yeni bir kimlik yarattı kendine herhalde, adı artık Hüsnü olmayabilir ama dayılığı bakidir, denk gelince eli omza atıp çay ısmarlar. Nothomb yine Nothomb, anlatısının sonunda şöyle bir ortaya çıkıp kendini öldürtüyor. Bu kullanışlı bir şalala, yazar veya anlatıcı ölünce hikâyenin de bitmesi iyi bir şey, bitmese başka bir anlatıcı gerekecek ki bu hikâyede başkasına gerek yok. Başı sonu belli, ilginç olaylar var, birileri deli mi değil mi anlamaya çalışıyoruz, insanların neden öyle değil de şöyle olduklarını çözmek istiyoruz, rasyonel kafayla kaosa pıflıyoruz ama bilinir ki bazı şeyler öyle olmak zorundadır çünkü bir yerde insan varsa ihtimaller sonsuza uzar. Bu hikâyenin olayı da bu, en başından itibaren. Lucette zaten ne yapacağı belli olmayan biridir, gelişine yaşar, on dokuz yaşında beyaz atlı prensini bulduğunu düşünüp hamile kalır ve büyük bir hata yaptığını anlar, Fabien kızın deliliklerinden çekinir ve her şeyin yolunda gitmesine çabalar ama Lucette için hayatı dolu dolu yaşamak önemlidir, dilediğini yapar. Fabien’le aynı deliliği paylaşmadıkları için kısa süre sonra ayrılacaklarını sezse de adamın ortadan kayboluşlarına takar, kavga ederler, bir gece adamın şakağına silahı dayayıp ateş eder ve polisleri arayıp kocasını öldürdüğünü söyler. Ablası Clemence’in kısa süre önceki ziyaretinde Lucette’in kafayı kırdığı bellidir, geçinmelerine dair kaygılarını dile getiren ablasını şak diye kovmuştur, pat diye kapının önüne koymuştur, hayat da çat diye vurur bir tane. Polisler eşini neden öldürdüğünü sorarlar, metne adını veren sözlüğün bahsi geçer. Lucette çocuğuna eşsiz bir isim vermek ister, Fabien istemeyince kurşunu yer. Lucette hapishanedeyken doğum yapar, kızının adını Plectrude koyar ki duyan neler oluyor diye etrafına baksın, şaşırsın, bir insana neden öyle bir isim konduğunu düşünsün. Herkes kadını kararından döndürmeye çalışsa da Lucette vazgeçmez, kızına benzersiz bir kader sunar. O gece yırttığı çarşaflardan yaptığı iple kendini asar. Olay olaya koşturur, karakterlerin derinliklerine inemediğimiz için olanları takip etmekten başka şansımız yok, Lucette’in kendini asmasının altındaki sebepleri tahmin edebiliriz ancak. Deliliği dile getirilir ama deliye pek benzemiyor, hayattan beklentilerini pek bilmiyoruz ama kızının babasından umduğunu bulamadığını görmüştük, kendini asması için yetersiz bir sebep. Örüntü aramayacağız yani, olanları takip edeceğiz.
Abla Clemence ve eşi Denis bebeği evlat edinirler, Plec teyzesinin ve eniştesinin kızları Nicole ve Béatrice’le birlikte büyüse de onlarla pek ilgilenmeyecektir, zaten iki kız o garip bebeği en baştan sevmezler çünkü çocuk dünyaya yiyecekmiş gibi bakar. Bir şey yiyecek mesela, yarım saat bakıyor, sonra kokluyor ve en son ağzına atıyor. Yemeği buz gibi olsa da ritüeli bu, ne varsa keşfedecek. Anaokuluna verildiği zaman Plec diğer çocuklara kocaman bakışlarını dikerek onların ağlamalarına neden olduğu, öğretmenini aynı bakışlarla huzursuz ettiği için şutlanıyor. Tarihte bir ilk, anaokulundan atılma olayını duyanlar garipsiyorlar, dedikodular ayyuka çıkıyor ama Clemence çocuğun farklı bir meziyeti olduğunu düşünerek arka çıkıyor. Denise gerçekleri söylemeye çalışsa da pasif kaldığı için sözünü geçiremiyor, sadece izliyor. Clemence de pek normal değil, çocuğun ilgisini çeken ziynet eşyalarını Plec’e takarak canlı bir Noel ağacı ortaya çıkarıyor, o halde sokağa da çıkıyorlar, iyice dedikodu. Üstelik kendi çocuklarını unutuyor Clemence, koştur koştur ev işlerini yapmaya çalışıyor. Sağlıksız bir bağın geliştiğini fark edebiliyoruz, Plec dansa tutkuyla bağlanınca Clemence çocuktaki yeteneğin nihayet ortaya çıktığını düşünüyor ve her koşulda Plec’i destekliyor. Okul başladığı zaman Plec ortama pek ısınamıyor, zaten tekdüze bir şeyler anlatan öğretmenini ve arkadaşlarını da sevmediği için ikinci gün okula gitmek istemese de dans kariyeri için eğitime ihtiyaç olacağını söyleyen Clemence’in sözünden çıkmamaya çalışıyor. Bale kursunun parlayan yıldızı olduğunu da araya sıkıştırmalı, dans eğitmenlerinin gözdesi haline gelmesi pek uzun sürmüyor. En başından itibaren öngörülebilir bir hikâye, Plec okuldaki saçmalıklara bir müddet katlandıktan ve Mathieu nam bir velede âşık olduktan sonra okula daha fazla gitmek istemiyor, kalbi kırıldığı için dansa sığınıyor ve Paris’teki en önemli bale okuluna naklini aldırıyor. Mathieu’yü unutmak zamanını almıyor pek, dans etmek yerine pratik yaptıran eğitmenlerin programlarına uyarak bütün gün çalışıyor ve yatağına ölü gibi uzanıyor günün sonunda. Müthiş iradesiyle yaşamını mahvediyor bir yandan, boyu 1.50 olduğu ve kemikleri sayıldığı halde kilo vermeye çalışıyor, 30 kiloya kadar düştükten sonra bünyesi ağrılara dayanamıyor ve yoğurt yemeyi reddettiği için alamadığı kalsiyum yüzünden bacağı kırılıyor, üstelik zorlayıcı hiçbir şey yapmamışken. Clemence kızının zayıflığını öve öve bitiremediği zaman Denise kaygıyla araya girip kızın iskeletinin çıktığını söylese de söz dinletemiyor ne yazık ki, en sonunda Plec’in dans kariyerinin bittiği anlaşılıyor ve kız psikolojik anlamda çöküyor tabii. Kendini toplamaya başladığı zaman bu kez Clemence’in kendisine yüz vermediğini görüp acı çekiyor. Muhtemelen Clemence yaşayamadığı hayatını Plec’te bulduğu için kızının başarısızlığı öfkeyle dolmasına yol açıyor, Plec’i aslında evlat edindiklerini söyleyerek bütün hikâyeyi anlatıyor. Nedir, Plec öğrendiği gerçekle ikinci darbeyi yer ama sinema yıldızı olma yolunda sağlam adımlar atmaya, artistliği kotarmaya başlamıştır, annesinin nefret dolu sözlerini henüz duymazdan gelemese de geleceğinin parlak olduğunu anlar. Sahne tozu da yutmaya başlar bir yandan Ionesco’nun yabancılaştırıcı, tuhaf, uçuk metinlerindeki karakterleri oynamaya başladığı zaman yazarın diğer tiyatro metinlerini de okur, çalışır, kitaplarla birlikte yatıp kalkmaya başlar. On dokuz yaşındayken bir çocuğu olsun istemiştir, tiyatro kursunda tanıştığı Simon’dan hamile kalır ve kısa süre sonra ilk aşkıyla karşılaşır, tam da annesi gibi intihar edeceği sırada köprüden bacaklarını uzatmış, atlamaya hazırlanan kızı gören Mathieu yetişir, yedi yıldan sonra bir araya gelirler. Mathieu’nün yaklaşık bir saat kadar ölü kalması ve mambo cambo münasebetiyle yaşama döndürülmesi adamdaki garipliği gösterir, Plec’in garip olduğunu zaten biliyoruz. Çocuğun nasıl bir çocuk olduğunu görme fırsatımız olmaz, zira yazar bir anda ortaya çıkarak Plec’le çok yakın arkadaş olur, kadının hikâyesini kâğıda geçiriverir. Aşırı bir yorumlamaya girişmese belki de tüfeklerle hiç müşerref olmayacaktı ama Nothomb’un geçmişini eşelemesi, annesinin babasını öldürdüğü sırada çıkan sesten rahatsız olduğunu söylemesi Plec’i çok rahatsız eder, o da annesi gibi silahı eline alıp Amelié’nin şakağına ateş eder. Mathieu ve Plec cesedi ortadan nasıl kaldırabileceklerini düşünürlerken hikâye pat diye biter, aslında metin biraz daha ciddi olsa bu bitiş eleştirilebilirdi ama en başından itibaren laçkalığını hissettirdiği ve okurdan hiçbir şey talep etmediği için gerek yok sanıyorum.
Sahafta denk gelinirse neden olmasın, onun dışında okunmasa, yerine başka bir şey okunsa daha iyi olabilir.
Cevap yaz