Alice Miller – İhmal Edilen Anahtar

Miller eline yaratıcı insanların biyografilerini alır ve kırmızı ipi takip eder: çocukluğun köşelerine gizlenmiş yaşantılar ilerleyen yaşlarda yaratıcı eylemlerin tetikleyicilerine dönüşüyorsa tespit edilmeli, hangi olayların hangi eserleri fişeklediğini kesinlikle tespit etmek mümkün değilse de iptir, bir yerlere dolanmıştır, bir yerde başlamıştır, yumağın yuvarlandığı yerlere bakmalı. Terbiyesizlik mi, Miller öyle olduğunu düşünüyor, ailelerin öykülerini karıştırmak en hafif tabirle saygısızlık ama gerekli. “Çünkü, kapalı kapılar arkasında inanılmaz derecede şaşırtıcı bilgiler olduğuna, bu bilgilerin o insanları tehlikeli ve vahim sonuçlar doğuracak uykudan uyandıracağına ve kurtuluşlarına önemli katkılar sunacağına inanıyorum.” (s. 7) Uykudan uyanmak tamam, insanların bir şeylerden kurtulmaları da gereklidir ama Miller’ın dokunamadıkları sanatla haşır neşir değillerse yıkıcılığa mı yönelirler illa, sanatçılar travmatik deneyimler edinmişlerse sanatın sağaltıcılığı yetmiş midir onlara, hepsi tartışılır. Miller bu kitaptaki bulgularını paylaştığında biyografların ve psikanalizcilerin kanıtlarını anlamadıklarını görmüş, açıkçası Nietzsche’nin ömrü boyunca çektiği acıların metinlerine nasıl sirayet ettiğini inceleyebiliriz ama sonuçlarımız tartışmaya her zaman açıktır, Miller “bilimsel kanıt sunma ilgisinin kaybolduğunu” söylediğine göre üzerinde tartışacağımız bilimsel bir zemin de yok, o zaman hikâyelerin uyuşma derecelerini görmekle yetineceğiz. Zaten çabasından da vazgeçmiş Miller, neyin işlemediğini anlamış. “Kendimi bir şeyleri kanıtlamak zorunda hissediyordum; fakat bilincimin bir bölümü buna inanmak istemiyor, itiraz ediyordu. Anne ve babamın zafiyetlerini, farkına varmadan beni yaraladıklarını çoktandır biliyordum; fakat onları çocukluk dönemimdeki idealleştirmelerim henüz çözümlenmemişti. Safça bir inanç ve güven duygusuyla Hitler, Kafka ve Nietzsche’nin biyografilerinde bulgularımın kanıtlandığını zannetmiştim.” (s. 10) Su götürür, Nietzsche’nin fikirlerinin kaynağı idrak edilmiş olsa Nasyonal Sosyalistlerce kullanılamayacağını söylüyor Miller, toplum o deliliğin peşinden gitmezmiş, çocukların maruz kaldığı sıradan şiddet ve kötü muamelenin yol açtığı hasarların bilinmesiyle siyaset arasındaki korelasyon cortluyor burada ama yazarın diğer iddiaları dikkate değer. Kendimizi bir çocuğun yerine koyarsak sunulan tezlerin doğru olduğunu anlayacakmışız, ben koymadım, aktarmakla mükellefim. Mükellefiyetim nereden geliyor, tamamen can sıkıntısı ve işsizlik. Evet, okula gidip gelen, evdeki kadınlarca tam bir erkek olması için terbiye edilen, aklını kaybeden babasıyla on bir ay aynı evde yaşayan bir çocuk var önümüzde, babasını çok sevmesine rağmen ayarsız cezaları yüzünden karanlık odalara kapatılıyor bir yandan, hiçbir duygusunun dile getirilmesine müsaade edilmiyor. Lise yıllarında yakalandığı aralıksız baş ağrıları, romatizma, yüzlerce hastalık öldürmüyor, biyografi yazarları bunları zayıf bünyeye bağlamışlar, on iki yaşındaki çocuğun tuttuğu günlükten sinir buhranlarına dair hiçbir şey çıkmıyor. Nerede çıkıyor, bütün bir felsefede. Belsoğukluğu da değil olay, tarihçilerin dediği gibi. “Bunlar bize günümüzün AIDS hastalığına ilişkin spekülasyonları hatırlatıyor. Her şey açık seçik olsa gerek: Burjuvanın ahlakı yerine geldi. Nietzsche’yi eğitenlerin çocuğa neler taptıkları öyle bulunamayacak kadar uzak şeyler değil.” (s. 13) Kadınların mektupları, Nietzsche’nin eserleri, yazılı onca belge varken çözümü uzakta aramamalı. Babanın hastalık yüzünden iyice dengesizleşmesi, kadınların çocuğu iyi bir Hıristiyan yapma çabaları, kakılan çelik irade: şakır şakır yağmurun yağdığı bir gün Nietzsche eve aheste aheste döner, sakin ve terbiyeli yürümesi gerektiği öğretildiği için öyle yapmıştır. Üniversiteye geçer geçmez kafasına sokulan onca değere karşı çıkmaya başlar, Schopenhauer’in etkisinde kalmasını ve Wagner’den yüz çevirmesini bahsettiğim çarpıklıklarda bulabiliriz Miller’a göre. “Gerçek duygularını reddedip cezalandırdığı için” Wagner’i reddeder Nietzsche, adamın ihtiyaçlarını karşılamayacak, ikiliğini kabullenmeyecek, kısacası babasının arızalarını bu kez tamir etmeye çalışmayacaktır zihninde. Kadınlara duyduğu kin, eh, “gözlemci”nin önemi ortaya çıkıyor burada, eğer başka biri, bütün zorbalığı görüp çocuğu sakınacak birileri olsaymış genellemelere başvurmazmış filozof, Zerdüşt’ün sayıp döktükleri yine çocukluk yaşantılarında gizli. Alıntılarla destekliyor tezini Miller, metinlerde söylenenlerin karşılıkları filozofun yaşamında bulunabilir.

Picasso’nun çocukluğunda ne var, önyargısızlık ve özgürlük. “Son resimlerindeki çıplak kadın ve erkek resimlerine dikkatli bakılıp duygusal içeriğin etkisi içselleştirilecek olursa, resimlerde bir acı ve ıstırap hissedilecek, acıların kaynağının derinlerde olduğu sezilecektir.” (s. 62) Resim öğretmeni bir babanın oğlu Picasso, on dört yaşındayken Madrid’deki sanat okuluna kabul ediliyor, on yedi yaşında babasının paletini alıyor, aslında okula gitmek istemiyor çünkü dehasının güçlenebileceği bir yer değil okul. Görece mutlu bir çocukluk ama bir şeyler gizli, ipliği yine buluyor Miller, 1884’teki Malaga depremine odaklanıyor. Babasının paltoya sarıp evden çıkardığı Picasso çok korkuyor, birkaç gün sonra kız kardeşinin doğumu bu korkuya ekleniyor, annenin sessizliği ve babanın verdiği görme eğitimi ressamın o ânı aklına kazımasına yol açıyor. Öncesi de var, Malaga’daki depremin gücü bilinse de yol açtığı yıkım bilinmiyor, ailenin yürüdüğü o upuzun cadde boyunca Picasso’nun ne gördüğü belli değil, Guernica‘ya baktığımızda bir şeyler çıkarabiliriz. “Ben deprem korkusunu, telaşını, kaçışını ve kız kardeşinin doğumuna tanık olan üç yaşındaki çocuğu göz önüne getiriyorum. Yetişkinler herkesin ilgilendiği olayı travma olarak görmüş olsa dahi, ki o zamanlar böyle bir şey mümkün değildi, bu yaşam dolu, meraklı çocuğun sığınılan evde olanları görmesine engel olmaları mümkün değildi.” (s. 71) Çağdaşları ve dostları resim yaparken Picasso’nun yaşam sevgisiyle dolu, capcanlı olduğunu söylerlermiş, yıkımların ardından hâlâ çocukluğunu yaşayabiliyor.

Buster Keaton, biyografisinde veriler açık. Gezici sanatçılar olan annesiyle babasının yanında sahneye çıkıyor Keaton, daha üç yaşında, kötü muameleye maruz kalırken seyirciler kahkahadan kırılıyor, o sıra Keaton’ın gülmesi yasak çünkü etki azalıyor o zaman, babasından şamar yiyor. Herkesin gözü önünde yaşanan bu sahneyi şikayet edenler oluyormuş, kovuşturma açılacakken başka bir şehre gidiyormuş aile, yıllar geçiyor böyle böyle. Keaton’ın kendi cümlelerinden bir iki şey alayım, annesiyle babası hayattaki ilk şansları, Keaton’ı yetişkin ve kendileriyle aynı değerde görüyorlarmış. Sahnede sızlanmak yasak, seyircilerin gülmesi önemli. Kendisi gülmeyecek, o kadar gülmeyecek ki gülmemesi otomatikleşecek, filmlerinde bile gülmeyecek artık. “Gerçekten başına gelenin ne olduğunu bilmemek ve söylemek zorunda kalmamak için Nietzsche bütün felsefeyi kullanır. Buster Keaton spontane gülüşü bastırarak izleyicilerini eğlendirmiştir.” (s. 93) Hapse düşmemişler, gaz odalarına sokmamışlar milyonları, ıstıraplarının bilincine ulaşamadıkları ölçüde hayatı ketleyenin ne olduğunu anlamamışlar da sanatlarının yardımıyla aralanan perdeden bakmışlar az.

Son makale “Despot mu Sanat İnsanı mı?” birkaç sanatçıyı veya sanatçı namzedini ele alıyor, sıradan bakıyorum: Ressam Chaim Soutine garip, yamuk yumuk insan resimleri çiziyor. Rus Yahudisi, 1943’te Paris’te ölmüş. Ölümü resmetmeyi sevdiğini, narsisist ve nekrofili olduğunu söylemişler, oysa annesiyle babasından sopa yermiş sürekli. Yemese de kişilik özellikleri değişmeyebilirdi, iddialar şüphe uyandırıcı. Soutine dayak yerken “gözlemci” yok, “dengeleyici” yok daha doğrusu, öfkesi resimlerinde ortaya çıkıyor. Aynı durumda biri daha var, o akademiye giremiyor da milyonlarca insanı öldürüyor: Hitler. Klişe bir tartışma, geçiyorum, Paul Celan’la ilgili bir alıntıyla bitiriyorum. Denk gelen okusun diye ekleyeyim. “Babasını kutsal görmek, hislerini başkalarına veya başka şeylere yüklemek zorunluğu hissederdi. Tüm yazarlar yapar aynı şeyi, yapmak zorundadırlar. Bu nedenledir Paul Celan’ın ömrü boyunca toplama kampları konularından kurtulamayışı. Tutsaklık şiirleri yazar. Savaş sonrası yazar şiirlerini, literatürde ve sanatta entelektüel reddin hayranlık uyandırdığı zamanda yazması özellikle anlamlıdır.” (s. 105)

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!