Doyma Ânı‘ndakiyle aynı biçim: bir yanda anlatıcının -isimsiz, bundan sonra adı “X”- yaşamından kesitler, Victorien Salagnon’la muhabbetleri, diğer yanda X’in çıkardığı metin, Salagnon’un anılarının düzenlenmiş hali. Sarmal yapı, X’in baştaki bölümleri hariç geçişkenlik yüksek, iki anlatı çizgisinin kesiştiği noktalar var. Tabii aradan kaç yıl geçmiş, Salagnon’un yaşlı ve genç hali aynı tonda anlatmıyor yaşananları da Doppler etkisi bariz, tarih ne kadar yakınsa anılar o kadar detaylı, berrak. Ya da olması gereken bu, gerçekten dolaysız bir anlatımda norm belli, oysa X’in kurguya dair mahareti -belki “niyeti” demeli- aynı düzeyde tutuyor farklı zamanlarda geçen hikâyeleri. Anlatıcılığının başarılı olduğunu iddia etmiyor hatta dışın dışı bir anlatıcının Salagnon’a nasıl eklemleneceğini de bilmiyor, bu yüzden kendi zamanının milliyetçiliğini, ötekileştiriciliğini temel alıp kuruyor anlatıyı. Değişen pek bir şey olmuyor, İkinci Dünya Savaşı’ndan Cezayir’deki katliamların sonuna kadar aynı kimlik kurgusu, dil iktidarı sürmüş, anlatının başında yer alan Körfez Savaşı sırasında da aynı yapılar geçerli. İki şey var geçmişte yer almayan, ilki savaşların kurgusallığı. Devrim televizyonlarda gösterilmese de savaşlar hemen gösteriliyor, Wag the Dog‘daki gibi iki bomba, iki duygu sömürüsü, tamam. Ve savaşmanın, gücün, şiddetin nihai çözümü sağlamayacağını düşünen yetişkinlerin varlığı: Katliamlarla, parçalanmış cesetlerle dolu yüzlerce sayfanın ardından kaba kuvvetin hiçbir şeyi çözmeyeceğini söyleyen X, ustasının yüzünü güldürüyor çünkü Salagnon’un hiç bahsetmeden vermek istediği fikir buydu. Salagnon’un yanında oturan kaç yıllık arkadaşı Mariani’ninse yüzü asık, Fransa’nın ne olduğuna dair fikri somut, değişmesi mümkün değil. Zıt karakterlere sahip iki adam ancak savaşta dost olabilirlerdi, olmuşlar. Metin boyunca sayısız kez ele alınacak olan dil, uyruk gibi meselelerin hiç düşünülmediği tek yer savaş alanı, iki badinin cehennemi gördüğü Vietnam. Muazzam savaş sahneleri ve doğa manzaraları var Salagnon’un anılarını anlattığı bölümlerde, insanın ortadan kaybolup hayatta kalmaya çalışan hayvanlara dönüştüğü nefes kesen sahneler “öteki”nin üretilip yok edilme aşamalarını da gösteriyor. Kıyaslayabiliyoruz, Vietnam’da yaşananlar daha mekanik çünkü doğa tamamen farklı, bataklığa benzeyen topraklardaki sauna ortamı amok koşucularına çeviriyor askerleri, üstelik Fransızca bilmeyen insanları öldürmek çok kolay. Cezayir’de Salagnon’un yaptıklarına gizem perdesi çekilmiş biraz, Eurydice Kaloyannis’le bir araya gelmelerinin hikâyesi ön planda, Mariani o sırada Vietnam’ı yaşatmaya devam ediyor. Muazzam genişlikte bir anlatı bu, Salagnon’un dayısı zaman zaman ortaya çıkarak yeğenini zor durumlardan kurtarıp akıl hocalığı yapsa da kendi serüvenini yaşıyor anlaşıldığı üzere, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri. Oradan başlamalı aslında, gerçi öncesinde X’le Salagnon’un tanışma hikâyesi var. X’in tuhaf yaşamı başıboşlukla biçimleniyor evvela, romandan ayrı düşen bir bölüm: X kafayı iyice kırınca gidip ne kadar sakatat, böcük, şu bu varsa alır, eve gelip pişirmeye başlar. Yemeğe arkadaşlarını davet etmiştir kadın, mutfaktan leş kokular gelmeye başlasa da sonucun güzel olacağını umar. Masada katliam çıkar resmen, X kellelere cerrah gibi girişir, hele bıçağı soktuğu bir yığından kapkara kan fışkırınca ortalıkta kimse kalmaz, ilişkinin sonu gelir böylece. Benliğini yitirmiştir biraz X, bit pazarında karşılaştığı yaşlı adam hayatını değiştirecektir. Şahane resimler yapan Salagnon geçmişinin bir kısmını ayaküstü anlatır, X resim dersi almak istediği zaman geri kalanını uzun uzun, biraz da sıkıcı bir biçimde anlatacaktır, hikâyeleri kurgulayıp sıraya dizme işine başlar X. 1940’ların Fransa’sında dolanmaya başlarız böylece, genç Salagnon babasının dükkânına gelen Alman subayları kandırarak ailesini kurtarır bir anlamda, malzemeleri eksik göstererek iflası engeller. Dayısı o sıralar kaçaktır, direniş örgütlerinde çalışırken gizli gizli geldiği evde mahallenin bekçisine yakalanır ama X’in babası rüşvet vererek olayın üstünü kapatır. Adım adım gelir gerisi, duvarlara yazı yazmak için birlikte sokağa çıktığı arkadaşı vurularak öldürülür, ardından okulu basan Alman subay hemen askerî eğitime başlayacaklarını söyler, dayının önayak olduğu katakulliyle X’in bindiği nakliye kamyonu ele geçirilir, dağda tepede eğitim alan gençler Almanlara karşı savaşmaya başlarlar. Savaş manzaralarını anlatmaya yeltenmeyeceğim, değme metne, filme taş çıkarır, müthiş detaylar. Savaşın sonlarına doğru Solomon, Ahmet ve Eurydice’le tanışır X, kadına hemen âşık olur, Solomon’un doktorluğunu beğenir, doktorun yardımcısı Ahmet’i yaklaşık yirmi yıl sonra Cezayir’de bir helikopterden atıldığı zaman görecektir en son. Solomon’la yardımcısı Ahmet arasındaki ilişkinin Cezayir’de koptuğunu görürüz, ustasına onu acısız bir şekilde öldüreceğini söyleyen Ahmet gülümser ve ortadan kaybolur. İlişkiler, bağlar kopmaktadır katliam ortamında, savaş ortamı denemez çünkü Fransızlar terör ortamı yaratırlar direkt, Beyaz Toros dehşeti orada ciplere dönüşmüştür. İlk bölümde X’in söylediği gibi Fransızlar askerlerle ne yapacağını bilemeyen bir halktır, sokakta gördükleri zaman bakışlarını çevirirler, bir tek savaş zamanı işe yarayan bu güruh savaş çıktı mı bol bol ölür, unutulur. Kopamazlar ama Mariani’nin savaşmaktan başka yapacak bir şeyi yoktur, Fransa’ya geri dönmek istemez. Vietnam’daki Alman lejyoner de ilginç, fosfor bombalarının herkesi öldürdüğünü, Almanya’da tanıdığı kimsenin kalmadığını, zaten insanlığını da yitirdiğini belirtip ölümünü bekler. Herkes uyuşmuştur Vietnam’da, önden yürümesi istenen asker karşı çıkmaz, birkaç saniye sonra bombalı tuzağa düşüp hayatını kaybedeceğini bilir ama emir almıştır, dil aşılamaz, söz çok kuvvetlidir. Dayı savaş sırasında meşhur hattan ayrılıp eve dönmeye çalışırken rastladığı bir Alman askerinin tek emriyle olduğu yerde durur, sözü aşamaz, bu yüzden de kendini hiçbir zaman affetmez. Sözün yaptırıcılığı, muktedirin silahı haline gelmesi bir vakadır, Fransızların sömürgelerle ilişkisinde en önemli olgu biçiminde ortaya çıkması ayrı bir vakadır. Toplumsal nitelikleri gerek Fransa’daki isyanlar, gerek sömürgelerdeki çatışmalar özelinde ortaya çıkıyor, tek bir alıntı yeter: “Cezayir’in bir milyonluk nüfusunun yarısının söz hakkı vardır. Diğerleri doğumlarıyla birlikte susar. Onların dili yoktur çünkü düşüncenin, iktidarın ve gücün ifade edildiği bu dile hâkim değillerdir. İktidarın diline ne pahasına olursa olsun ortak olmak isteğiyle bu dile söz geçirebildiklerinde ise tebrik edilirler. Ve en küçük bir aksama, en ufak bir yerelliğin, en ufak bir uygunsuzluğun peşine düşülür. Bulunacaktır, hata arandı mı bulunur. Mutlaka alışılmadık ufak bir perdelenme olacaktır. Gülümsenir. Bu hâkimiyetten dolayı kutlanırlar ama bu dile ortak olamayacaklardır. Değillerdir, bu ayan beyan ortadadır. Kontroller artırılır; bir iz bulunacaktır: vücutlarında, ruhlarında, yüzlerinde, seslerinin tonunda. Dile olan bu hâkimiyetlerinden dolayı onlara teşekkür edilecek ama asla tam olarak söz sahibi olamayacaklardır. Bunun sonu gelmez. Beraber yapmış olmaktan gurur duyacak bir şey lazım bize diye düşünüyordu Salagnon. Bize iyi gelecek bir şey.” (s. 612) Fransızlaşan Afrika’nın Fransa’ya etkisi mutlaka olacaktır, Mariani gibilerin anlamadığı şey ırk, vatan gibi kavramların ayrıcalık yaratmak için uydurulduğudur. Ömürlük dersi anlamamış Mariani, gençliğinden beri durmadan savaşmış, biraz daha güçlü olmaları halinde herkesi ezip geçeceklerini düşünmüş ama biraz daha gücün biraz daha direnci de ortaya çıkaracağını bilememiş, bu yüzden yaşlılığında da paramiliter bir örgüt kurmaya çalışıyor. Vietnam’da Salagnon’un hayatını kurtarmasa arkadaş olmayacaklar, son kez Cezayir’e gidip Eurydice’i tıkıldığı yerden çıkaramayacaklardı, bütün zıtlıklarına rağmen birlikte iş yapabilen, hayatta kalabilen insanlar. Avrupa fikri de bir uydurmaca, Akdeniz uygarlığı daha kapsayıcı olurdu. Kapsayıcılığa ihtiyaç var, dışarıda kimse bırakılmamalı.
Dört dörtlük bir roman, mutlaka okunmalı. Çevirinin ve düzeltinin rezilliğine rağmen.
Cevap yaz