Gürültünün yokluğu değil, belki algılarımızı o kadar meşgul etmeyecek ölçüde düşük frekanstaki seslerin toplamı. Daha da önemlisi unutulmuş bir şey sessizlik, hatta rahatsız edici. Uyuyamayanı biliyorum, ortalıkta çıt çıkmıyorken dönüp duruyor insan, sessizlikten şikayetçi. Korku, dehşet doğuruyor sessizlik, fırtınadan önceki kötülüğün yaklaştığını söylüyor, ironik. Mekânlar daha sessizdi bir zaman, sanayi gelişmeden önce üretimin ritmik sesleri rahatsızlık vermiyordu, şimdiyse trik trakların beyindeki uğultusu korkunç. Corbin ses ve sessizlikle ilgili çoğu mevzuyu ele alıyor, kaygılı: “Hakiki bir estetik arayış peşinde olan onca yazardan yapacağımız alıntılara gömülmek yerine tüm bunları deneyimlemenin daha iyi bir yolu var mıdır acaba?” (s. 11) Kaç yüz yıl önceki yazarların duyurduğu sessizlik biçimleri günümüzde yok, dolayısıyla metinlerdekilere odaklanıyor Corbin, alıntılardan yola çıkarak belli bir dönemin kaydını tutmaya çalışıyor. Tam bir tarih diyemeyiz çalışmasına, edebi eserlerin taranmasıyla elde edilmiş bilgi parçalarının sıralanmasıyla oluşmuş denemeler diyebiliriz belki. 18. yüzyılın aydınlanmış insanından 20. yüzyılın makineleşmişine sesler geliyor sessizliğe dair, özlemin yoğunluğu zaman geçtikçe artıyor, şiirlerden ve romanlardan takip ediyoruz. Geldiğimiz nokta: “Toplum bize durup kendimizi dinlememizden ziyade bütünün parçası olabilmemiz için gürültüyü kabullenmemizi telkin ediyor. Bundan ötürü bizzat bireyim yapısı değişime uğruyor.” (s. 12) Sessizlik de meta haline getirildi artık, konaklama alanlarının sunduğu sessizliğe kavuşmak için daha fazla ödeme yapmamız gerekiyor, sessiz çalışan motorlara sahip araçları edinmek statü göstergesi haline geldi, üstelik gürültünün sesini açan ve sessizliği satan aynı sistem. Daha da kötüsü sessizlikten ürker hale getirilen birey gürültüye bağımlı hale getirildi, eve gelir gelmez ses olsun diye televizyonu açmanın patolojik bir davranış olduğu malum değil mi? Tüketim odağında hem istenen hem de istenmeyen bir olgu bu, kıskaç. Odamıza dek girmiş, Corbin’in başlangıç noktası. Pascal’ın huzursuz insanı odasında bir başına oturamaz, Baudelaire’in “yalnız kalamamanın verdiği büyük mutsuzluk” olarak tanımladığı duygudan mustariptir, oysa 19. yüzyıldan itibaren bir gizem alanı olma özelliği kazanan evin, özellikle yatak odasının yarattığı esrarengizlik ve sessizlik daha o dönemde özlenmeye başlanır, Baudelaire “insan yüzünün tiranlığından” yalnızlığın sayesinde kurtulduğunu söyler. Proust odasının duvarlarını mantarla kaplatır ve üst katındaki tadilatı iptal etmeleri için ustalara para verir, Kafka geceyi bekler ki evin sessizliği karanlığa karışınca yazmaya başlayabilsin. Dış ve iç mekânın tamamen ayrışmasına duyulan ihtiyaç bir anlamda, sokaktan gelen seslerin azalmasının yanında evin sessizliği de önemli Rilke için. Çocuğunu görmeye gelen annenin çıkardığı sesleri mutlulukla ansa da hareketsiz eşyaların arasında oturmanın, bahçeden odaya taşan yeşil renkle birlikte yayılan sessizliğin kıymetinden bahseder. Ben okuduğum şeyleri pek hatırlamam ama Proust’un anlatısındaki sessizliği anan Corbin sahneyi gözümde canlandırdı. Albertine uyuyor, odanın ferahlığı ve uykunun kokusu anlatıcının kayıp zamanı yakalamasına yardımcı oluyor. Sonraları çekeceği acıya bulamıyor üstelik o mutluluğu, tamamen ayrıştırıyor ikisini, müthiş. Max Picard’ın çocuk sessizliği ve hayvanların yoğun sessizliği hakkında söyledikleri de anılmalı, özellikle kedinin sessizlik simgesi olması ve sessizliği mesken tutması.
“Doğanın Sessizliği” ikinci bölüm. Thoreau anılacak elbet, gölün kıyısında yaşayan adamın yakınlarındaki kasabanın sesi ormana dek ulaşmayınca doğanın yankısını işitebilmiş Thoreau, kırlarda yürüyüşe çıktığı zaman sesin sessizlikle neredeyse bir olduğunu deneyimlemiş, yalnızca sessizliğin duyulmaya değer olduğunu söylemiş. “Ona göre doğanın en küçük sesleriyle, kuşların, kurbağaların hatta yaprakların sesleriyle kesintiye uğramayan bir sessizlikten bahsedilemez. Walden’da sessizliğin peşine düşmek çok da anlamlı değildir: O zaten her yerdedir. Fakat ‘her birimizin aşkınlığa ya da derinliğe eriştiği, o en mahrem topluluğun keyfine varabilmek için’ sessizliği kendi içinde koruması şarttır.” (s. 26) Picard’a göre doğadaki tüm varlıklar sessizlikle dolu, her mevsim bir öncekinin sessizliğinden doğuyor, geçiş süreçlerindeki değişimler sessizlik tariflerine dahil. Lucretius gecenin ağırbaşlı sessizliğinden bahsediyor, Joubert’e göre büyük bir sessizlik metni olarak uzanıyor gece, sanki iç sesi çağırmayan bir metin, sadece gözlerin hareketiyle okunabilen yazı. Ay’ın etkisi midir, Chateaubriand günün son ışığı kaybolunca, son fısıltılar uzaklaşınca başlayan, Ay’la birlikte yükselen bir ötüşten bahseder, sessizliği hatırlatan gece kuşlarının ortaya çıkmalarıyla sessizlik anımsanır. Bachelard’a göre gece ses titreşimlerini artırır, renklerin yok oluşuyla birlikte dünya tamamen işitmeye dayalı bir şekilde algılanır. Gece vakti çöllerde ne olduğunu görüyoruz sonra, önce zihnimizde canlandırıyoruz. Tepecikler, ay ışığı, durağan dünya. Yıldızların sesi duyulur, rüzgâr uğuldar, bu. Çölde yürüyen hacıların üzerinden hızla geçen uçaklara gelince Saint-Exupéry’ye varırız, “derli toplu evlerin büyük sessizliği”nden bahseder, Gece Uçuşu sessizliğin türleriyle doludur. Motorun gürültüsü sessizliği bastırsa da altında uzanan engin boşluğu duyumsar Saint- Exupéry, telsiz hattının sessizliğinden bahsederek korkuyu da çeşitlemiş olur. Uçak ve pilot kaybolmuşsa telsizden hiçbir ses gelmez, kabustan beterdir. Sonsuz steplerde, kutuplara yakın bölgelerde de benzer bir durum çıkar ortaya, uyaranlar o kadar azdır ki insanlar o yokluğun içinde sahte algılar üretmeye başlarlar. İstenmeyen bir sessizliktir bu, korku öykülerinde karşımıza çıkar, Chesterton veya Stevenson kutuplara yapılan bir yolculuğu anlatırken gemideki yolculardan veya tayfalardan birinin delirerek karaya çıktığını ve sonsuz beyazlığın içinde kaybolduğunu anlatır, Lovecraft’se araştırma ekibini Güney Kutbu’ndaki zaman kadar eski bir şehrin kalıntılarına yollar, insanın ilk kez ayak bastığı o kadim şehirde ilk kez duyulan yankılar karakterlerin tedirginliğini iyice artırır. Uzam ne kadar belirsizse sessizlik o kadar korkutucu hale gelmektedir. Conrad’sa açık denizde duyulan sessizliği umutsuzlukla bir tutar, sanki yıldızların şavkı da sessizlik tarafından yutulacaktır da her şeyin sonu geliverecektir.
“Sessizlik Arayışları”nda ibadet temelli sessizlik irdeleniyor. Manastırlardan biliyoruz, sessizlik tefekkür için lazımdır. “Çile” çekilir, günahkârlar uzun süre yalnız kalarak tekamül etmeye çalışırlar, içsel hesaplaşma sürdürülür ars mediandi denen düşünce sanatı icra edilir. Tanrı’nın sesini duymak için sessiz olmak gerekir, bu yüzden gündelik uğraşlar büyük bir sessizlik içinde sürdürülür, konuşma arzusunun Tanrı yolundan saptırdığı düşünüldüğü için işaret dili bile türetilmiştir. “Sessizlik bilhassa dua etmenin koşuludur, kişiyi ilahi olana kulak vermeye hazırlar. Ruhani alıştırmayı mümkün kılar, sözden farklı dillere yani derunun, ötenin, meleklerin dillerine ulaşmayı sağlar.” (s. 51) Diğer tarafta yolculuğa çıkmak, türlü sıkıntıya katlanmak vardır, çöl yolculukları böyle ortaya çıkar. Belki de acedia etkisiyle yeni uygulamalar türetilmiştir, sessizlikten ve tefekkürden kafayı kırmaya yaklaşan alimler, arifler, çömezler, kim varsa yola düşerek hareket halindeyken deneyimlerler sessizliği, böylece aşkınlığa varmaları kolaylaşır ve Tanrı’yı daha iyi duyacaklarını düşünürler. 19. yüzyıldan itibaren daimi ibadet pratiği korkunç bir sessizlik ekolüne dönüşmüştür Corbin’e göre, inançlı kişi herhangi bir Katolik kurumunda, okulda bile sessiz kalmalıdır, bunun için sessizlik pratikleri yapılır ve bu pratikler saatlerce sürebilir. Savaşta askerlerin sessizce ölmeleri beklenir, hastanede acıyla haykıran hastalar doktorların başarısızlığını göstermiş olurlar, kısacası bir dönem insanlara susturucu takmaları için toplumsal baskı işe koşulsa da baskıcı sessizliğin üstesinden gelinmiştir. Bir ölçüde tabii.
Sessizliği dinlemenin izini sürüyor Corbin, eylemin tarihçesi pek geniş. İlgilisi kaçırmasın, on numara araştırma.
Cevap yaz