Kabusların yer aldığı kısa bölümleri bir araya getirdim, Tobias Horvath’ın -“Sandor Lester” olacak kaçtığı ülkede, kimlik değiştirecek, kişilik değiştirmeyecek, ölü kuş hep o daldan düşecek- odasının ortasında oturan kaplanın dediklerini yapmasının kaçınılmazlığı ilk. Zaten kabus, evet ama bilmediği halde piyano çalmaya başlaması, kuşların dallara konup Tobias’ı dinlemeye başlaması, birinin düşüp ölmesi pahasına müzik. Kaplan istilacı değil, kapıdan çıkıp gidiyor, hoşça kalmasını bile söylüyor Tobias’a. Korkunç varlık, olabildiğince kibar, insanlara yapabileceklerini gösterir, olağan akışta kayıplar yaşanabilir ama başka türlüsü mümkün değildir. Tobias yaşamını bildiğince sürdürecek o bulanıklıkta. Düş formu. “Kapının kapalı olup olmadığına defalarca baktıktan sonra uyuyabilmek için seni düşünmeye çalıştım, ama diğer tüm uçucu anılarım gibi sen de muğlak bir imgeydin yalnızca.” (s. 15) Kaplanın gidişinin ardından iki kez kapıyı kilitlemişti, kuşun ölümü -İsmet Özel’i akla düşürmeyen pek az sözcük grubu var, şairin enginliği, neyse- bir terk, kurtuluşun bedeli belki. Gömülmek istiyor ölü kuş, bit pazarından üç paraya aldığı gözlerine kuş tüyüne bulanık boyayla damarlar çiziyor Tobias, bazen tümüyle karartıyor gözlerini, o sıra gök koyulaşıp yağmur yağdırıyor. Cenaze töreni için ideal atmosfer, oysa neden bir kuşun cenaze töreniyle uğraşması gerektiğini bilmeyen için belirsizlik. Başka bir kabus, çok uzamıyor, ONLAR gelip çocuğa ne yaptığını soruyorlar Sandor’a, yüzleri yok ama formları bir şeyler çağrıştırıyor, hatırlamasını söylüyorlar, hatırlarsa yüzlere kavuşacaklar ama kuşu gömebilecek mi Tobias, Sandor’la konuşmasında bahsi hiç geçmiyor bunun. Ay’a neden bakıyor çocuk, geleceğini görmek için, diğeri çocukluğuna neden bakıyor, geçmişine ileride ölümden ve çamurdan başka hiçbir şey olmadığını söyleyebilmek için. Sınırlar ortadan kalkıyor, yaşam her ânıyla çullanıyor Sandor’un üzerine, kendinden hiçbir şekilde kaçamayacak. “Zaman yırtılıyor. Çocukluğun puslu toprakları nerede? Ya o karanlık uzaydaki eliptik güneşler nerede? Boşluğa düşmüş yol nerede? Mevsimler anlamlarını yitirdi. Yarın? Dün? Bu sözcüklerin anlamı ne? Yalnızca şimdiki zaman var. Bir bakıyorsunuz kar yağıyor. Bir bakıyorsunuz yağmur. Güneş açıyor, rüzgâr esiyor. Tüm bunlar şimdide. Bunlar olmadı, olmayacak.” (s. 66) Ölü kuş bırakıp gitmesini istiyor artık, çamurdan ve ölümden bıkmış, şehri de bırakıp gitmeli, belki diğerleri gibi okyanusun ötesindeki ülkelere. Sandor’un doğrudan iç dünyasının yansımasını içeren bu bölümler bir tür sağalma sürecini gösteriyor, bir şeyler sarsacak da karakter değişecek, öncesindeki hazırlık aşamalarının şiddeti giderek artarken nihayetinde Sandor’un evrimi tamamlanacak. “Sanırım yakında iyileşirim. İçimde ya da uzayda bir şey kırılacak. Bilinmedik yüksekliklere tırmanacağım. Dünyada yalnızca hasat, katlanılmaz bekleyiş ve ifade edilemez sessizlik var.” (s. 66)
Hikâye tam Krisftof’un kalemi, muhteşem Üçleme’nin bir yan hikâyesi olarak görüyorum, sanki ikizlerin yaşamına yakından tanıklık etmiş de esinle yaşamış Tobias. Hemen dönmüyoruz çocukluğa, önce Sandor’un kafayı kırdığı sahnedeyiz, başlangıçta. Sınır bulanıktı, Line’in fabrika kapısında beklediğini gören Sandor geçip giderken aklında kuş, kaplan ve hepsini götürecek rüzgâr var, dönüp baktığında Line yerinde yok. Sandor gerçekten seviyor kadını ama önce rüzgârda yürümesi lazım, başka düşler de temizlenmeli. Banka oturup ağlamak, sonra bistroda yemek, ardından fabrikadaki işe dönüş. Korkunç bir döngü, sürdürülemez, Sandor tepelere, ormana gidip kendini suyun, çamurun içine bırakıyor. Toprağa karıştığını söylüyor, öyle ölmüş, geleceğin projeksiyonu. Bir gece ormanda uyumuş sadece, ambulansla hastaneye kaldırılmış, doktor kendi ölümünü yazamayacağını söylemiş sohbet sırasında. Sandor’un formal bir eğitim almadığını biliyoruz, çok okuduğunu ve ne yaşadıysa yazdığını da biliyoruz, “büyük defter”in bir eşi onda. Gerçek olsun olmasın, olanaklı olsun olmasın her şeyi yazabileceğini düşünüyor Sandor, sapmalar elinde değil. “Genellikle yazma işini kafamın içinde yapıyorum. Daha kolay oluyor. Kafada her şey sorunsuzca işliyor. Ama yazmaya başlanıldığı an düşünceler dönüşüyor, şekil değiştiriyor ve her şey yanlış oluyor. Sözcükler yüzünden.” (s. 11) Doktor Line’in kim olduğunu soruyor, geçmişe açılan kapıyı aralamış oluyor böylece. Hayır, Sandor’un takıldığı Yolande değil, yaşadığı bile bilinmiyor ama Line bir gün ortaya çıkacak, Sandor inanıyor. Böylece geçmişe dönüyoruz, Tobias’ın dünyasına, diğer ülkeye. Annesi öldüğünde on yaşında Tobias, annesinin adı Lina, bu yüzden beklediği kadının adını “Line” koymuş. Yetimhanede büyümüş Sandor, doktora anlatıyor bunları, on iki yaşında kaçarak sınırı aşmış, anlattığı kadarıyla hikâyesi bu, anlatmadığı kadarında bütün yaşamını bulanıklaştıracak anıları gizli.
Esther köyde dileniyor, orospuluk yapıyor, tarlalardan meyve sebze aşırıp besliyor Tobias’ı. Mutfaktaki sıcak diğer odalara yayılsın diye kapılar açık, adamların annesiyle ne yaptığını görebiliyor çocuk, annesinin mutfakta poposunu kovadaki suyla yıkayıp silmesini izliyor, sonra gidip yatmasını. Sevgi sözcüğü, öpücük yok ama şiddet de yok, hissizlik içindeler. Aralarında on yedi yaş var, mezarlığın yakınında oturuyorlar, çocuk orada yaşamaktan mutlu çünkü bulutlarda gizli canavarlar başka diyarların anlatıyorlar, rüzgâr çıkıyor, yağmur yağıyor, gökyüzü mavi ve gri. Okula gitmek istemiyor ama jandarmalar gelip ceza keserler veya evden atarlar Üçleme’de bahsedildiği gibi, çocuk zorla gitse de öğreneceğini öğreniyor, zekâsı yüksek. Caroline geliyor yanına, oturuyor, kardeşinin ceketini ve pabuçlarını giydiğini söylüyor çocuğa. Babası Sandor, sınıf öğretmeni, civarda köylü olmayan tek insan. Kızın büyüsüne kapılıyor çocuk, birlikte zaman geçirmeye başlıyorlar, kızın dışlayıcılığı o zamanlardan açık: öğretmen çocuğuyla orospu çocuğu asla uyuşamazlar, yine de arkadaşlık edebilirler bir süre. Tobias gerçeği anlayana kadar tabii, Sandor’un ikide bir eve geldiğini zaten görüyordu ama o geceki konuşmaları ilk defa duydu, Sandor’un babası olduğunu anladı ve bıçağı kapıp adamın sırtına sapladı, biraz daha ittirip bıçağın annesine de saplanmasını sağladı. Düşündüğü bu, mısır ve buğday tarlalarının içinden geçerken, ormanı aşarken, güneşin battığı yöne doğru onca engeli aşıp yeni ülkesinde hırsızlık yapmaya başladığında, polislerce yakalanıp yetimhaneye tıkıldığında, yaşı gelince fabrikadaki işe başlayıp saat ürettiğinde, bira içip masasının başına her oturduğunda, ne yazıyorsa onu yazarken, ne yaşadıysa onu bilmezken. “Unutmak için sokağa çıkıyorum, herkes gibi dolaşıyorum ama sokaklarda da bir şey yok; insanlar, dükkânlar hepsi bu.” (s. 26)
İşe gitmek için bindiği otobüs ilk köyün durağında hiç durmazken duruyor bir gün, otobüse binen kadın bir yerlerden tanıdık. Hikâyesi bütün metni kaplayacak ama öncesinde üç yan hikâye dolduracak Sandor’un, öldürdüğü adamın adını alan -bu durumda unutmak mümkünmüş gibi- adamın yaşamını. Özetle kadınların intiharları, erkeklerin savaş sonrası yenilgileri, bir yerlere tutunamayanların hikâyeleri. Deyince de hakkını vermeden geçmiş oluyorum, en az esas hikâye kadar sarsıcı, iyi hikâyeler. Line çıkıyor ortaya, otobüse binen kadın o. Bir şüphe geçsin aklımızdan, anlatıcı kendi kurgusunun bir yerine tıkıştırıyor mu kadını acaba, anlıyoruz ki gerçekten Line ve rahatlıyoruz. Evlenmiş, bir çocuğu var, eşinden yana istekleri yerine gelmemiş kadının, bir de Sandor’un Tobias olduğunu fark edince aralarındaki tutkulu, gerilimli ilişki ne hale gelir, okuyanın elinden öpsün. Kardeşler, evet de biliyor Sandor, Eski Mısır’da kardeş evliliği yaygındı çünkü, yani, her açıdan en iyi sonucu veriyordu bu. Kuşların ölümü dışında sorun yok, çamura bulanık.
Dört dörtlük. Kristof’un metinlerini, kurgu görgüsünü seviyorum.
Cevap yaz