Afşar Timuçin – Kıyılar Durunca

Kıyıların insanla bakışımlılığı, suyun devinimi falan, başlarda Veli ve Fatma’yla özdeşleşir, izlek haline gelir bu, sonra Timuçin unutur gider hikâyeye yol gösterecek patikayı. Belki o kadarı yeterlidir, yani kıyının duraklığı, duvarlığı bir bahiste tamamdır, iki karakterin eylemleri için temel çatılmıştır, başkaca bahsetmeye gerek yoktur. Vardır aslında, Timuçin gündelik yaşamın felsefesini üretirken karakterleri farklı noktalara, farklı bakış açıları vererek yerleştirir ama kimi taşımaz o derinliği, daha doğrusu anlatıcının verdiğine kayar derinlik, ikilik oluşur. Fatma az çok okumuş, ne yaşadığını bilmiş, yaşamı üzerine düşünmüştür, düşünür, intiharını kurgularken felsefe öğretmeni Şadi’nin, akıl hocasının, ideal sevgilisinin söylemlerinden çokça etkilendiği barizdir, haliyle serbest dolaylı anlatıcının kılık değiştirmesi kolaycadır, sesler birbirine şahane uyar. Diğer yanda Selahattin gibi bir dallama vardır, sonradan görme, burjuva geleneklerine zerre uyum sağlayamamış dalavereci müteahhit Selahattin’in düşüncelerine “inemez” anlatıcı, yüzeyselliği kendi irtifasından anlatmaya başlayınca kabak gibi ortaya çıkar, bağıra bağıra anlatır çünkü düşünsel yoğunluğu sağlayacak kimse kalmamıştır, Selahattin bir başına kusursuz öküzlüğe oynadığı için, daha da önemlisi anlatıcı konumunu biraz olsun değiştirmediği için oyun bozulur, ciddiyeti bozmaya kafa indirmediği için anlatıcı, kendi kendisinin parodisine dönüşür. İster istemez iki katmana bölünür anlatı, bir yanda Fatma’nın Veli’yle buruk kırık ilişkisi, ailesinin odunluğundan gelen hüznü ince ince yaşaması, Şadi’nin erdemli, yalnız yaşamına eşlik etmesi, aşkı arayışında kıyıla kıyıla başarısız olması, diğer yanda bu kadar hassas, düşünceli Fatma’nın hayatında çaresizlikten, yeniklikten, kimine akrabalık yüzünden yer verdiği insanlar: dayıların paralarını çarpa çarpa zenginleşmiş, kültürel sermayesini zerre umursamamış Ziynet, annesinin yolundan gitse de sırf sığır erkeklerle yaşanamayacağını anlayarak ressam Fehmi’yi katakulliye getirip bağlamış Melek, hukuk okumak için Anadolu’dan gelen, babasının parasıyla paşalar gibi yaşayan, eril eril halleriyle Selahattin’i aratmayan Zeki ve diğerleri. İlk grubu kıyılarla eşleriz de ikinci gruptakiler için bayağılığın bir kerterizi yoktur, havada kalır onlar, belki kontrast oluşturmak için bilinçli tercihtir ama ayar kaçıktır, bir yana devrilecek gibi olur metin. Romanın başlangıcını açtım şimdi, baba bir anne ayrı kardeşler Veli’yle Fatma’nın trene atlayıp gittikleri deniz, eve dönüşlerinde karşılaştıkları kara şehir, asıl karşıtlık burada ve vadedilen biçem aynı zamanda, buradan doğabilirdi, anlatma iştahı yüzünden mi artık, doğamamış. “Çabuk olun. Kıyılar duracak. Durunca neye yarar kıyılar! Bütün şiiri ölür kıyıların. Artık buralara gelemezsiniz. Bir süre. Uzun bir süre. Bir kış. Bir kış boyu. Sonra denizler gene sizin, burada ya da başka bir yerde.” (s. 7) Şöyle daha doğrusu, anlatıcı kıyıların varlığıyla karakterlerin varlığını denkler, tamam, sonra kıyıları unutur veya karakterlere unutturur, sıradanlığın sıkıcılığı basar ortamı, odunundan hassasına bütün karakterlerin analizi başlar, bitmez, duman olur o akışkanlık, dalga dinamiği. Diyalog başlayınca sürüyor üstelik, Fatma’ya göre babaları aynı tipte annelerle, ezebileceği insanlarla birlikte olabiliyor ancak, bu yüzden ezilmişlerin çocukları da birbirine benziyor, Veli’nin yetişkinliğe geçerken evrileceği insan muamma olarak duruyor ama Fatma’nın Şadi’den apardığı Stoacı doğası yansırsa iş tamam, ilkeler üzerinden yürür o ilişki. Bu arada onca tantanadan, rezaletten sonra Selahattin’le evlenen Fatma’nın çocuğuna “İlke” adını vermesi dört dörtlük ironi. Başta Veli daha çocuk, okula uyum sağlayıp sağlayamayacağı belli değil, Fatma ilkokul öğretmeni ama kardeşine pek faydası olmayacak gibi görünüyor, en azından yaşamın yolunu çizmesi için kendi dertlerinden başını alıp da el uzatamayacak kardeşine. Tabii belli değil hiçbir şey, kıyının kenarında oturup konuşuyorlar sadece, trende uyukluyorlar, yarınlardan en azından kalplerini kırmamasını istiyorlar. Eve döndüğünde, o son kıyıdan ayrıldığında çıkış yolunu bulamadığını hissediyor Fatma, ne ailesinden ne çevresinden kafesin tellerini kanırtacak destek yok, intihara o zaman karar veriyor. Evire çevire düşünüyor, bir korkunun sonucu mu, ürküntünün kurtuluş yalanı mı, insan başkaldırsa ne yapacak, yenilgiyi kabullense intiharın işlevi neye varacak, aklın sınanması. “Geldiği gibi gitti korku. Yerine sallantılı bir boşluk bıraktı. Sen, doğru söyle, gerçek bir korku musun, yoksa soytarılık etmekten hoşlanan bir akşam ürküntüsü müsün? Ses yok. Fatma’nın her yanını uyuşukluk kapladı. neredeyse uıyuyacak. Uyuma, dedi kendi kendine, nasıl olsa yakında uzun uzun uyuyacaksın. Biraz sağına soluna bak. Nasıl olsa önün bitmez bir uyku. Uykuların en tatlısı, en güzeli, en pis kokulusu, en böceklisi.” (s. 12) Selahattin’dir bunun sebebi, o zaman koftiden korkudur, ilişkilerdeki başarısızlığın ürküntüsüdür aslında, Fatma intihara bütün yaşamından değil de dallamanın tekinden ulaşır. İntihar etmeyecektir, intiharı cebinde bir kâğıt parçası gibi taşıyacaktır, bu sayede korkularından kurtulacağını bilmez. Sakındığı ne var, tekamül etmemiş insan, misal Selahattin ve Melek, aşk var ama o aşkınlığa tutulmak istemiyor değil. Zeki bu sebepten, sonrasında İngilizce öğretmeni Arif de bu yüzden. Nedir, Zeki babasının gücünü kullanarak akademiye girecek, kadınları madalyon gibi boynuna takmaya devam edecektir, bu yüzden Fatma’nın sevgisini kazanamaz, kazanamadıkça çirkinleşir. Arif cinselliğin uçuculuğuna değil de dostluğun sıcaklığına düşkündür, Selahattin’in yerini almayı hiç düşünmez, sadece sohbet ederek bile kimsenin ulaşamayacağı bir konum kazanır Fatma’nın zihninde. Yeterlidir onun için, Fatma içinse başka türlü bir coşku gerek. Nasıl, bilmiyor, Şadi’nin söylediklerinden devşirdiği bunaltılar, sevinçler bir yere kadar getiriyor onu da sıkıntı veren insanlardan kurtarmıyor, zaten hocanın verdiği kitapları da okuyamıyordu Fatma, hiçbir şey anlamıyordu, o zaman göründüğü, gösterildiği kadar yetkin değil düşünmede, düşünceyi yaşamla uyuşturmada, yaşamının seyrini eline almada filan. Veli’nin evden kaçışını engelleyebilirdi yoksa, bir yıl boyunca kafasına göre gezen çocuğun yerini yurdunu öğrenebilirdi en azından, belki Şadi’nin intiharını engelleyebilirdi. Şadi ilkeleriyle varmıştır haplara, Fatma en az Şadi kadar güçlü olabilseydi ne söyleyeceğini bilecek, yakınlığına deli gibi ihtiyaç duyduğu adamın ölümünü engelleyebilecekti, beceremedi, öylesi kararlı bir insanın karşısında sessiz kalarak eylemi onayladı, kendi yalnızlığını onadı, iyi halt etti. Bir de Selahattin’le evliliği var, evlere şenlik. Kebapla rakıdan başka bir şey bilmeyen, sağdan soldan duyduklarıyla gecelerin yargıcı gibi ortada dolanan bu katıksız dangalak başkalarına yazdırdığı mektuplarla Fatma’nın kalbine girmiş, yağlı ağzıyla at gibi kişneyerek kadının üzerine çullanmaktan başka bir şey bilmemiştir, haliyle ayrılıkları tez gelir ama Fatma öyle bir boşluğa düşmüştür ki Selahattin’in kurcuklamalarına tepkisiz kalamaz bir süre sonra, Melek ve Ziynet gibi kakavanların fişteklemesiyle nikâh masasına oturur, düğününde sünnet çocuğu gibi dolanır, kısacası yüce bir yaşam düzleminden sıradanlığa kafa üstü çakılır. Kabullenmiştir yaşamını, öyledir artık, ayna önündeki dış monoloğuyla fışt diye hallediverir değişimini. Yersek. Veli o kıyıdan uzaklaşmayan tek karakterdir herhalde, yolculuklarına kendi başına, kendi kararıyla çıkar, bir şeylerden geri kalır ama en azından geri kaldığını bilir, eksiği gidermek için kitaplar okumaya başlar, en azından liseyi bitirmeye karar verir. Askerliği çıkarmıştır aradan, Selahattin’in yanında işe girmeyecek kadar onurludur, o sığırın yanında sığıntı gibi yaşamayı reddeder, bu yüzden düğünde ablasının yüzüne bakmaz. İhaneti görmüştür, en yakını için bile adaleti elden bırakmamıştır, süper ilkeli bir adamdır bu.

Dengesi bozuk, bozukluğuyla çekici bir roman bu, denk gelen okumalı.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!