Yaşamlarını anlatan okuryazarları dinliyorum, iki grupta toplanıyorlar. Birinde kitaplarla dolu evler var, diğerinde hikâye anlatan nineler, dedeler. Üçüncü grup da olsun, benim gibi kültürel kuraklıktan mustarip tiplerin ucuza kurtulma serüvenleri. Ucuza veya bedavaya. Bir yerden zehri almışız, can sıkıntısını giderecek en hesaplı yolu bulmuşuz, en mühim birikimimizi çeri çöpü eşeleyerek dağıtmışız da işe yarar bir şey dermeye çalışmışız. Bu başka hikâye, ninelerle dedelere geleceğim. Anneannem hayatı boyunca camdan baktı. Gençken köyde de camdan baktığını düşünemem mesela, yaşlılığında televizyon izler gibi izlerdi caddeyi. Şimdi oturup baktığı yerden bakıyorum, iki dakika sonra canım sıkılıyor. İnsanlar yürüyorlar, arabalar geçiyor, bu. Hikâye de anlatmazdı anneannem, muhabbet ettiğini hiç görmedim, herhangi bir konu hakkında hiçbir yorumu yoktu. Neden yaşadığını merak ederdim. Konuşmadı, söylemedi. Korkunç bir uzaklık. Kolıma Öyküleri ve Çeribaşı Abdullah’la İdamlık İsmail arasındaki münasebetin kökü hikâye anlatımından geçiyor, tutsaklıkta iyi hikâye anlatan baş tacı edilir, el üstünde tutulur, hikâyeler, meseller, söylenceler o kadar güçlüdür ki konuşurlar, insanın ağzından bir kez daha konuşurlar, çoğalırlar, katlanılır kılarlar zamanı. Bu yüzden iyi bir kurguyla anl, yahu bir hikâyecik, hiç mi tuhaf bir şey olmadı yaşamında torunlarına anlatacak? Neye isyanımsa. Yani hep sevdim ben bu mistik olayları, dilin eskiliğini, sanki bir gediğim kapanmış oldu okudukça. Şehirde doğup büyüdüm ben, memleketimizin kültürüyle hemen hiçbir ilişkim olmadı, haliyle kırın zenginliği çekmeye başladı bir yerden sonra da masalı ayrı, gerçeği ayrı. Orada da bir tümevarma çabası, Green Man’le Hızır’ın imlediğinin neliği mesela, en büyük anlamın parçalarını dizmece. Dilin gerçeği inşası bir başka mesele, fiilin devirdiği cümlelerde sözcükler farklı bir semantik atmosfer yaratıyorsa, zamanın insanı da günümüzdekinden farklı bir sentaksı sesletiyorsa dünya bambaşkaydı derim, hayalini kurarım, peri kızlarıyla cin oğlanların rahatlıkla var olabildiklerini düşlerim. Tüfeğin icadı bunları karanlık köşelere kaçırdıysa dil yok etti diyesiyim. Arkaik biçimli, sesli bu metinde dirildiler yine, Adnan Özer’in çıktığı üç kattan ilki günümüzün dünyasında temelleniyor ama üçüncüye geldiğimizde başka bir yerdeyiz artık, söylencelerden baş almak mümkün değil, o hikâyeler günümüzde geçti diye yenileşmiyor üstelik.
Anlatı yazma hevesine kapılan anlatıcı kaynağa, çocukluğa düşüyor ve kasabaya dönüyor, doğduğu köye yakın bir kasabadaki efsuncu kadınla görüştüğü bir kez kıvrımlardan akıp geliyor. Beş yaşlarında o sıra, adı Kuran’dan, güzel ad ama ismi bir başka âlemin varlığına da verilmiş, o varlık Araf’ta direşiyor, adını paylaşmaya razı gelmeyeceğini ve bir gün çocuğu çağıracağını söylüyor, boğuşup adını hak edecek. Bundan mı, anlatıcı büyüdükten sonra doğduğu yere dönüyor, taş kahve aynı. İhtiyarlar kaçamak bakışlarını dindiriyorlar bir süre sonra, yeni gelen de onlar kadar sakin. Daha ilk günden dinlediği hikâye istikameti belirleyecek: “Köye bunca yılın ardından geldiğim gece, ninem güncel taklitlerini birbiri ardına yapmış ve ısrarıma dayanamayarak en gizemli söylencesi olan Hacı Zenzer Kızı’nı da anlatıp bitirmişti.” (s. 9) Bu anlatıcılık eskiden ruhuna sakinlik katarmış anlatıcının, çare değilmiş artık, dedesine de çare olamamış çünkü o zamanlar kadınların hikâyeleri hatta kadınlar dinlenmezmiş. Köse Dayı’yı dinlermiş adamlar, efsuncunun köyünden gelen Köse Dayı derin bir adammış, zamanlarca anlatmış da susmuş sonra, anlatacak bir şeyi kalmayınca ölüvermiş. Anlatıcının doğduğu gün. İnsan sıfatında çok gelip gitmiştir, anlatıcı diye görünmüştür sonra, devri daim olmuştur. Aldığı elin kuvvesi kahvenin duvarlarında resimdir, bakar anlatıcı, resmin içindeki erkek figürlerin oynamaya, anlatılacakların kaynamaya başladığını görür. “Bütün bu betimlemeler boş laf, yaşadığım ürküntüyü tanımlamak olası değil. Derin sadmelerle vuran nabzımın sözcükleri olsa belki… Dilimden dökülmemekle birlikte, aklımın ruhuma sığınışını yansıtan sözcükler yarım yarım dönenip duruyorlardı beynimde.” (s. 13) Öte geçe görünmüştür, erkekler resimden çıkıp kahveye inerek öte hikâyeleri anlatmaya hazırlanırlar, başta anlatıcının hikâyesi dile ve cisme gelir, efsuncudan sözlere her şey tecessüm eder. Adını paylaşmayan varlıktır konuşan, kişilik zamirlerini arka arkaya sıralayarak “sen” ve “ben” arasında koşutluklar, farklılıklar, neler nelikler kurar, anlatıcıyı kendi dünyasına yavaşça çeker. Zaman donar, kahvedekiler heykele döner, başka bir zamanın içinde yolculuğa çıkar anlatıcı. İkinci kata geçeriz, tasavvufi bir döşeme bölümünün ardından “Hayal Tâbirleri” başlar. Keçi çobanı Kamber’in, köylülerce Sulu’nun yaşamından kısacık bir destan doğacaktır, bu Kamber o kadar yoksuldur ki isim fukarası olarak görüldüğü için adını yitirir, Sulu derler artık. Anacığıyla düşkünler mahallesinde yaşar, asker ocağından geldiğinde uz zaman ölü anasını özler de evi barkı satıp bir toprak parçası alır, o sıra artık bade mi içti, rüyasında gözüne pir bakışı mı değdi, âşık olur ve yanmaya başlar. Köylüler yeni bir endam, çalım seçmişler de anlamamışlar olduğunu ne, Sulu’nun hoş satırlar okur gibi konuştuğunu da duyduklarında şaşmışlar. Cüce Tuğbiş’in kahvehanesinde oturup hallenirmiş, ahali bu hallere hayret! Eh, ateş bir deftere döndükte Sulu canını deftere vermiş, ardından yanmışlar. “Sır nesnesi ortaya çıkmış, ama sırrı çözmelerine imkân yok. Meğer Sulu eski türkçe yazarmış. Tam iki kuşaktır soldan sağa Cumhuriyet hurufatıyla yazıldığından karınca duasına bakar gibi bakmışlar Sulu’nun tükürüğüyle yaldızlı bu satırlara.” (s. 31)
Üçüncü katmanla birlikte hayaldeyiz artık, Kamber’in sarı defteri bizimdir. Girizgâh bir şiir: dünyaya konan göçer, ecel tasından herkes içer, ekilen tohumu son nefes biçer, öteyi sevmek dünyadan geçer, boşa otururuz çün virane geçer, nihayet Kamber geçer. “Allahın adıyla” başlar, asker tütününden ve ana usullerinden bahseder, iki dünyayı bağlar Kamber. Hayalin ne olduğunu, kimlerin hayal görebileceğini, suretleri anlatır. Yangıya tutulan görecektir hayali, bu dünyanın ötesini hissedebilen anlayacaktır, maddiyattan sıyrılabilme vukfuna eren bilecektir. Birtakım suretlerden örnekler arasından ikisi, mesela Abalı Adem, dünya ermişliği yolunda olanlara görünür, göründüğü kişinin iki misli boyu olur, dört parmak ak düşmüş sakalı ve topuzsuz bastonu vardır. Çıngı Kızı alevlerin ucunda belirir, aşkta ikircikli olmanın habercisidir. Mincâre Kuşu sırttan görünen bir kuştur, kadının apış arasından kopmuştur, belsoğukluğunu çağırırsa da Çingenelerin Kerkenez Duası okundu mu yol alır. Ardından “Kamber’den Yaşanmış Hikâyeler” başlar, bir sürü mesel, Cüce Tuğbiş dahil pek çok karakter o dünyanın olağanını gösterir. Kiraz satan ihtiyarın hikâyesi birazcık tanıdıktır, Osman Şahin’in öyküsünde mi, Dursun Akçam’ınkinde mi, kirazcı köye geliyor da etrafını çeviriyorlar, farfara bitmiyor çünkü ne kiraz ne de yeni bir yüz gelirmiş köye sık, geldi mi de olaymış. Eh, köylü yoksul, kirazları alamayınca sinekler hücum ediyorlar. Çingeneler gelene kadar, bazıları etrafa bakınırken bazıları da kiraz yığınına okuyarak koca bir akik taş becerirler, üç gün üç gece taşı ufalarlar, tel tel ışık kalaylarlar, çom çom ateşler yakıp bitirmişlerdir işlerini, dördüncü gün ortada hiçbir şey yoktur. Bunun gibi kaç hikâye, okurundur.
Taş kahvede gözlerini açar anlatıcı, hiçbir şey olmamış gibidir ki gerçekten olmamıştır o anlığına, bir âna sıkışmış evren yok olmuştur. Son bir mesel de bu iç içe geçmiş dünyalara, küçükteki büyüğe dair.
Yeniden basılsa ya!
Cevap yaz