Elizabeth Hand – Wylding Malikânesi

Klişelerin tamamını sıradan görebiliriz, hatta Shirley Jackson esintilerini de. Gerçi geometri bozukluğu çok daha önceye tarihlenir, Lovecraft’ten önce de bir evin boyutlarına kafa yoran yazarlar vardı. Sonra da vardı, aklıma Yapraklar Evi geliyor, gitmiyor, o sonsuz evin odalarında ölen insanlar nereye gittiler mesela, merak ediyorum çünkü mekânların tuhaflıklarına göre ruhların gidecekleri yerin belirlendiği bir düzeneği hayal ediyorum. Sonra metne dönüyorum, Julian’ın Peri’yle -höyük var, pagan ritüelleri, inançları var, muhtemelen periydi o kız, adı da Peri olsun- gittiği yeri düşünüyorum. Bir de malikâneyi grubun kayıt yapması için kiralayan ailenin o güne dek orada nasıl oturduğunu, yaşadığını. Bir şeylerin yanlış olduğunu hiç mi fark etmediler nedir, prodüktör Tom’un baldızının bir arkadaşının ailesi üstelik, uyarsalar uyarırlar. Gruba yiyecek getiren yaşlı Silas uyarıyor mesela, sabahın köründe ormana gidip saatlerce dolanan oğlanı oradan uzak tutmalarını söylüyor, dikkatli olmalarını söylüyor, yedi kat el yardım ediyor yani. Tutarsızlıklar var, temponun ayarlanamadığı bölümler de var ama yine de koridorun ışığını açık bıraktım, saçma sapan şeyler izliyorum ki romanın etkisinden çıkayım. Çünkü o korkuyu yarattı Hand, iki sahnede başardı, geri kalan bölümlerde o başarıyı gösterememiş olsa da yetti o kadarı. Karakterlerin kuruluşuyla da ilgili, mockumentary olsa olacak bir röportaj serisi, konuşuyorlar ama sesler aynı, kötü, doğaüstü hassasiyeti olanlar meselenin öte tarafına dair pek az şey söylüyorlar, daha da kötü. Elli yıl öncesinin dinleyicileriyle kıyaslayınca röportaj yapanların siyah kapşonlu, kulaklıklı piçler olduğunu söylüyor biri, matrak, gerçekçilik de katıyor, Peri’nin ortaya çıkışını daha başta söyleyerek merak da uyandırıyorlar, iyi ama o kadar, travmatik bir olayı anlatmanın etkileri yok, konudan sapma hiç yok, vasat. Her şeyi geçtim, malikâne olaylardan elli yıl sonra tadilata girdiğinde Neolitik Çağ’dan kalma bir sunak, tapınak buluyorlar derinlerde, hayvan kemikleri var, insan kemikleri var, bir de kol saati var? Son bölümde bu bilgi, dalga geçer gibi finale konmuş bir de, yani zaman yolculuğu filmlerinin en büyük klişesi bir korku romanında, merhaba klişe. Grubun davulcusu Jonno’nun son sözleri ne peki, dost oldukları için Julian ölse kesin hissedermiş, hissedemiyormuş, yıllar sonra Brezilya’da rastlamış Julian’la Peri’ye! Festival kalabalığı, Jonno bir ara ikisini görüp haykırmış, Peri dönüp bakmamış da Julian bakmış bomboş gözlerle, sonra kaybolmuşlar. Adam eski arkadaşlarını mı takip ediyor, gaiplere karışmışken ne iş anlamadım, hadi şöyle bir karşılaşma olsa tamam diyeceğim, Sinners‘ı izlemeyen açmasın. Ne saçmalık var başka, kuşlarla ilgili paganistik ritüelin fotoğraflarını köyün barına asmak. 1947’de mi ne, çocuklar dal parçalarından yaptıkları kafesleri taşıyorlar fotoğraflarda, kuş öldürüyorlar ama yılın belli bir zamanında sadece, başka zaman yasak. Grup üyelerinden biri fotoğrafları görünce bir şeylerin ters gideceğini anlaması gerektiğini söylüyor nasıl anlayacaksa, sonraki gidişinde fotoğrafların duvardan kaldırıldığını görüyor. Bardaki köylülerden biri uyarıyor her şey olup bittikten sonra, kuşları mevsiminde öldürmeyince öyle olurmuş işte. Peri’nin bara gelmesi de tuhaf, yani kırsalın insanı için o gerçeklik hâlâ canlı olduğuna göre ayaklarına yapraklar yapışmış, gözleri acayip, çamurlu bir gecelik giyen kızın biri bara giriyor, kimse kızdan yana dönüp bakmıyor, uyarmıyor da bizimkileri. “Yağmur Mevsimi”ni hatırlıyorum, King’in öyküsü, bütün kasaba misafirlerinin başına gelecekleri bildiği halde kimse bir şey söylemez, anlaşma yıllar boyunca sessizlikle sürmüştür de bu köylülerde öyle bir hava da yok. Çatlağı çok romanın, kesin, buna rağmen başarılı. Bir kere 70’lerin müzik ortamını müthiş yansıtıyor, kayıt sürecinden albüm kapaklarını çizen şirketlere kadar zengin ayrıntılar, şahane. Julian o kadar iyi bir gitaristmiş ki Jimmy Page bir şarkının gitarlarını çıkarmaya çalışmış da başaramamış falan, böyle şeyler. Gerçi yine çatlıyor biraz, grupta müziği en iyi bilen ve en tecrübeli adam tartışmasız Page, kaç stüdyo kaydında gitar çalmış da kendi müziğini yapmaya başlamış nihayet, eh, Julian’ın acayip yeteneğine verelim o acayip akorlarını. Julian Blake, dünya yakışıklısı müzisyen, patolojik utangaç, üst sınıfın altlara fırlattığı süper yetenek, bu sınıfsal farklılıkların grup içinde herhangi bir çatışmaya yol açıp açmadığını bilmiyorsak ne demeye geçiyor bahsi, o da tartışılır. Okumayı seviyor Julian, söz yazarlığı iyi, malikânedeki kütüphaneyi bulduğunda çok daha iyi. Yedi yüz yıllık, belki çok daha eski bir büyüyü şarkı sözü haline getirebilecek kadar. O şarkıyı barda, Çalıkuşu’nda çaldığı zaman dünyanın durduğunu görüyoruz, daha doğrusu dünyalar birleşiyor da Peri giriyor içeri, doğrudan Julian’ın yanına geliyor. Şarkının o versiyonunu kaydetmemişler bahçede, bilinen halini basıyorlar. O halini kaydetseler kırsaldaki her eve bir peri gelebilirdi, dünya kurtuldu neyse ki.

Hikâye kabaca şudur, Windhollow Faire nam bir grubun ilk albümü umut vadetmekte ama pek satmamaktadır, ikinci albüm çalışmalarına başlamak için kırsalda malum malîkaneyi tutan Tom bütün birikimini harcadığı için umutlarını gruba bağlamıştır denebilir. Yirmili yaşlarının başında bu adam, grup elemanlarının en büyüğü yirmi yaşında, müzik endüstrisi şaha kalktığı için biraz kaliteli kayıtlar hemen baskıya gidebiliyor ama grubun dağılmaması, elemanların aşırı dozdan ölmemeleri falan lazım tabii, onca uyuşturucunun önünü almasına pek gerek duymamıştır Tom da göz kulak olmaktadır elemanlara, özellikle Julian’a. Arianna onun odasındayken atlamıştır camdan, grubun ilk vokalisti, ardından hemen Leslie’yi bulmuşlardır ama sarsıcı bir tecrübe, elemanlar Arianna’nın Julian’a umutsuzca kapıldığını, en sonunda canına kıydığını düşünürler. Malikânede kaydın sebebi bu, travmadan uzaklaşmak. Leslie de tutulur ama kendini kollar, çok zor bir hayatı olmuştur zaten, on yedi yaşın bütün deliliğiyle acının verdiği ağırbaşlılık dört dörtlük kaynaşmıştır. Ashton, Jonno, bunlar biraz kenarda kalıyorlar diğerlerine göre, özellikle Will, Julian ve Leslie’nin yaşadıkları önemli. Ha, doğaüstüne inanmayan oğlanlar başlarına gelenleri anlamasalar da o ilkel korkuyu hissediyorlar, dehşete düşüyorlar, başka. Eve gelir gelmez buz kesenler var, ziyarete geldiğinde bahçeye girer girmez çığlıklar atmaya başlayan Nancy, Will’in sevgilisi var, kısacası başa gelecek var ama adım adım, önce tehlikeyi seziyorlar. Kimin başına neyin geldiği okurun elinden öper, ölü kuşları, sonsuza inen ve çıkan merdivenleri, kayıp kütüphaneyi bulup dolanan karaktere şöyle bir görünen kadını söyleyeceğim bir. Höyük ayrıca, misal bizde ceviz ağaçlarıyla ilgili mevzu bilinir, en azından bir yerde rastlamak kolaydır bu mevzuya, e İngiltere’nin kırsalında kocaman bir höyük var, etrafında ağaçlar, yani bilinmesi lazım oraya gitmemek gerektiği, en azından tuhaf şeyler olurken höyük de göz önünde bulundurularak düşünülmeliydi bazı şeyler, olmuyor. Fotoğraflar için söylenecek hiçbir şey yok, kesinlikle romanın en zayıf kısmıydı zira gelişini yüz metre öteden bildiriyordu: grup bahçede fotoğraf çektiriyor, tepelerinden kuş sürüsü geçerken yukarı bakıyor elemanlar üç fotoğrafta, tabii ki Peri görünüyor arkada, başka ne görünecek.

Şöyle sağlam bir gerilmek isteyenlere gelir, ben uçan kuştan gerildiğim için, dediğim gibi, koridorun ışığı hâlâ açık. Bir de şunun okunmasını tavsiye ederim romanı okumadan önce.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!