Uç düşünceyi bulup çıkarırdı Fournier, babasını faş ederdi, annesini acılardan eşeleyip birey olarak incelerdi, eşinin özlemini başka kadınlarda bulamadığı aşkla bütünlerdi, yaşamına mikroskopla bakıp ayrıntıları çıkarırdı kısacası. Anlatacağı hikâyeler bitti mi bitmedi mi bilmem, yazmaya devam ediyor ama ilgi uyandıran numarası yok bu kitapta. Alelade twit kitabı, hayvanlara dair. Mikrofonu uzatmış Fournier, kapakta görüyoruz, hayvanlara ne düşündüklerini soruyor, kaplanı ahtapotu çıkıp genellikle sıradan şeyler söylüyor. Hayvanlardan olağanüstü şeyler duymak şart değil, hayvanlardan bir şey duymak elbet mümkün değil ama madem duyacağız, zekâ parıltısı arıyor insan, bir balığın her şeyi bildiğini, bilgi birikimine göre konuştuğunu duymak istiyor. Olmuyor, sıradanlık. Fournier de araya mesafe konulası yazarlardan oldu, mükerrer tekniğin suyu çıktı, zaman bu yaman delikanlıyı da devirdi desem aşırıya kaçacağım, diyorum. Şu gayet bayat bir örnek ama Fournier’nin hayvanları ne anlatıyor, temsilidir: “Aslana en çok hangi hayvanı sevdiğini sordum, ‘Kuzu,’ dedi, ‘ama iyi pişmiş olanı. İnsanı sevmiyorum artık, yağ oranını çok yükselttiler, gece boyunca midemi ekşitiyor.'” Maşallah, merhaba mizah. Sözü onlara bıraktığını söylüyor Fournier, bırakmıyor, daha önce bir ineği, yükseklerden korkan bir kuşu konuşturduğunu söylüyor, şimdi neden bir zürafayı konuşturmasın ki? “Hayvanlarla bir güven ortamı kurmaya çalışmak gerek, çünkü insanlardan sakınmak ve korkmak için birtakım nedenleri var. Bizi ilk gördüklerinde elimizde sopayla yay vardı ve kovaladık onları. Sonra barutla tüfeği icat ettik, ağlar ördük, üstelik yalnızca kelebek ağları değil, son zamanlarda yunuslara kefen olan balık ağları. Arkasından endüstriyel hayvancılığı icat ettik… Ormanların yok edilmesinde rol oynadık, yeryüzünü betonla kapladık, Dünya’yı yakıp yıktık, kimi zaman cennetleri cehenneme çevirdik.” (s. 7) Uzun alıntı. Alıntıyı uzun tuttuğumda iki sebepten biri, ya metni zihnimde evirip çevirmeye gönlüm yok ya da metin o kadar iyi ki özür dileyerek upuzun almaca. Şimdi dünya çok tehlikeli, hayvanlar o kadar tehlikeli değil, tehlikeli olabilecekleri ortam çok azaldı, dolayısıyla güvenlikli bir yerden dinlemek de başka, mesela işlenmek üzere fabrikaya götürülen bir ıstakozu dinlemekle parmağımızı cortlatmak için saldırıya geçen bir ıstakozu dinlemek arasında fark vardır, hatta ikincisinde muhtemelen bağırırız, ıstakozun fikirleri güme gider. Araya anlatıcının kedisi Artdéco da giriyor, akıllı bir kedi, süperego, tepeden tepeden konuşuyor bazen. İlk kezinde gemiden iniyor anlatıcı, gerçi bunu hayvanları öne çıkararak anlatmak daha iyi: balığın teki yaşamını bir balıkçıya borçlu olduğunu söylüyor da başta balıkçı yüzünden canının tehlikeye girdiğini söylemiyor. Nedir, balık küçücüktür o zamanlar, balıkçı şöyle bir bakar, dişinin kovuğunu bile doldurmaz, suya geri atar balığı da yaşlı bir bilgeye dönüşmesini sağlar. Evet, balığın pulları solup yumuşamıştır, çenesi düşmüştür anlaşıldığı kadarıyla, aklı da bir balığın aklı kadar akıldır, o kadar gelişebilmiştir, sağ olsundur o balıkçı yaşlanma şansını verdiği için. İstiridyedir, limon sıkmalarından nefret eder gözleri yandığı için, sek beyaz şarapla çok iyi gittiğini söyler. Akrabalarının tabii, kendisi henüz yenmemiştir, sofrada on iki tanesi birden duruyorsa henüz yenmemiştir. Evinde sessiz sedasız oturmaya bayılır, yalnızdır, aslında çoğumuz istiridyeye benzediğimiz için bu söylediklerini sevebiliriz. Mesela hayatımda ilk kez yurt dışına çıkacağım iki gün sonra, öyle bir sıkıntı bastı ki istiridyeye imrendim. Germanya, sonra da neresi olursa artık, uçak bileti kovalamaya başladım yeşil pasaportu aldıktan sonra. Kuşluk. Mersinbalığıdır, yumurtalarının alınmasından ötürü şikayetçidir, neyse ki insanlar o yumurtaların hakkını verirler. Hani bir takdir görse memnun olacak da yavrularının yenmesinden ötürü memnun oluyorsa ne mene bir balıktır bu. Artdéco giriyor araya, “kadife pati” denen bir ameliyat çerçevesinde kedilerin ayaklarındaki son parmak kemiğinin kesildiğini, amacın perdelerle koltukları korumak olduğunu söylüyor, sonra da öfkeyle tırmalıyor kanepeyi. Visages Villages‘da boynuzları törpülenen keçiler mi vardı, birbirlerine zarar vermelerini engelliyormuş köylüler, kimileri de karşı çıkıyordu doğal yapıyla oynanıyor diye, kanepeler zarar görmesin diye canlıların patilerine cerrahi müdahalede bulunmaya ne denir. Zürafadır, hayvanat bahçesinde dolanmaktadır, Zilahy’ye göre Bosna’daki hayvanat bahçesinde ilk vurulanlar zürafalar olmuştur. Burada öpüyorlar anlatıcıyı, boynu büküp öpmek, ne anlama geldiği belli değil, eşine anlatıp da üzüntü vermeyecek anlatıcı. Somurtkan aslan ülkesini, özgürce koştuğu toprakları özlüyor, gözlerinden yaşlar akıyor. Kaplandır, veterinerini yemek istemez çünkü o yanındayken başına kötü bir şey gelmeyeceğini bilir, üstelik paradan çok daha fazlasını kazandığını bilmektedir veteriner. “‘Anlattığına göre, inanılmaz ama gerçek, aşı olmak istemeyen insanlar varmış. Nedenini sordum. Yıldın bir ifadeyle yanıtladı: ‘Cehalet aşısını daha bulamadılar…’” (s. 15) Kıps. Televizyon bağımlısı küçük balıktır, işte böyle buluşlarla gelmez Fournier, önceki metinlerinde sıklıkla gelirdi, burada numunelik bir iki tane. “‘Dün Kanal 5’te izlediğim bir programı düşünüyorum. Felsefeci Edgar Morin’le konuşuyorlardı, 99 yaşında ve kısa bir süre önce yeni bir kitap yazdı. Doğa karşısında duyduğu hayranlığı, yaşamaktan hâlâ büyük bir zevk aldığını anlatıyordu.’” Eşektir, Antikçağ’dan beri sırtından inmeyen insanlardan, sırtına inen sopalardan bahseder, eşekleri cennete çağıran şairi anar, okşayıp havuç veren çocukları da. Eşeklere yeterince ilgi göstermiyoruz gibi geliyor bana, yeterince eşek de görmediğimiz için olabilir zira kirpilere bile ilgi gösteriyorum çünkü apartmanın önünde dolanıyorlar yazın, buraların ağacını yeşilini tamamen katledemedikleri için bu tür hayvanlar var ortalıkta, misal kirpiler “hıkmf hıkmf” diye nefes alıyorlar, belki apartmanın önü biraz eğimli olduğu için, yokuş çıkarken soluk alan kirpi sesi. Mezarlıktır, eşinin mezarına çiçek bırakmaya gitmiştir anlatıcı, denk geldiği sokak kedisi basıp gitmesini söyler. Sokak kedilerinin bazıları oralı değildir hiç, çağırana şöyle bir bakıp yollarına devam ederler, umursamazlar. Evcilleşmeyecektir o kedi, ne düşündüğü de kimseyi ilgilendirmez. Pati ameliyatı geçirenlerin intikamını alıyor, bin yaşasın. Artdéco giriyor araya, yapılan bir araştırmaya göre yaban öküzünün beyninin çiftlikte yaşayan sığırlarınkinden %26 oranında daha gelişkin olduğunu söylüyor, yani insanları ciddiye almak beyin fonksiyonlarını önemli ölçüde düşürüyor. Zekâsını korumak isteyen hayvanların insanlardan uzak durması gerekiyor, Artdéco bu yüzden uzak duruyor biraz Jean-Louis’den, tavuklar da öyle, bili bili şeklinde çağrıldıkları zaman sadece yem yemeye gidiyorlar, bakıyorlar ki başka niyetleri var insanların, arazi oluyorlar. Süslü köpek ne istiyor, o sevilmek istiyor ama o kadar da sevilmek istemiyor, küçük mantolar giymekten bıkmış, zaten hayvanların sevilmek değil de rahat bırakılmak istedikleri kesinmiş. Artdéco uyarıyor, aynı şeyi daha önce de yazmış Fournier, kedimin neyi nerede yazdığımı bilmesini çok isterdim. Kartal ne düşünüyor, Napoléon’un kendini kartal olarak görmesine katlanamıyor çünkü adam kartal gibi görünmüyor hiç, ufak tefek bir şişko, uçmayı bile bilmiyor. “‘Beethoven taç giyme töreninde 3. Senfoni’sini ona armağan etmemekle çok iyi etti. Beethoven devrimci Napoléon’a saygısını göstermek istiyordu, imparator Napoléon’a değil. Yazık, tek yapması gereken imparator olmayı reddetmekti.’” (s. 27) Her yaptığı da yanlış değil, Medeni Kanun var, sonra arıları seviyormuş, demek sadece Trafalgar da yok, zaferlerini ve kişisel zevklerini hatırlatacak hayvanlar lazım.
Eh, Fournier’yi çok sevenleri ikna eder, onun dışında, bilemiyorum.
Cevap yaz