İlk bölüm “Edebiyat Üzerine Hikâyeler”. Edebiyat tarihi ve Germanistik, köşelerinden tutturulmuş katı, somut bilimler olarak yazarları zorluyor, “yazara sadece edebiyatın geçebileceği tüm arka kapıları kapatıyorlar”. Bichsel’a göre edebiyat anlamsız şeyler yapabilmeye ve anlatıma bağlı, ketleyici bileşenlere değil. Edebiyat sadece edebiyattan ibaret, Homeros örneği belli bir gelenekten gelmenin şart koşulmadığını gösteriyor, yazar yazdığı sırada tahkiye ve teknik üzerine düşünür durumda. Cortázar galiba, acıdan çok acının anlatım biçimine odaklanılması gerektiğini söylüyor. “Edebiyatın amacı anlatımdır, onun içeriği değildir. Bir hikâye, her aman bir hikâye hakkında bir hikâyedir.” (s. 23) Edebiyat, beslendiği disiplinlerden bağımsız olarak da edebiyattır, bir anlatıma bakar sadece. Wellek-Warren ikilisinin görüşleriyle paralel görüşler sunuyor Bichsel, kaynağa yöneliyor ve bir anlamda “bulandırılmamış” edebiyatı, anlatıyı irdeliyor. Hikâye anlatıcısı bir başına edebiyatı oluşturabilir, bunu gerçeklikten yola çıkarak yapar ama gerçeği olduğu gibi anlatmaz, ciddiyeti ölçüsünde anlatı-gerçek bağlantısı kurulabilir. Kurmacanın bir oyun ama çok ciddi bir oyun olduğu fikrini hatırlamalıyız. Modern zamanda oyunlar oynanıp oynanamayacağını Auschwitz’ten sonra şiir yazma konusuyla birlikte değerlendiriyor yazar, hikâyenin zamanla ilişkisine kapı aralıyor ve zamanın ölümle, ölümün taşıdığı üzüntüyle ilgili olduğunu, hikâyenin de tam olarak bu noktadan doğduğunu söylüyor. Yazılabilir kısaca, nihayetinde anlatılan ölümdür, bitimdir, bir nevi başlangıç ve sondur. Bir hikâyenin hiçbir zaman gerçek kadar kötü olamayacağı söyleniyor, yazılan metni bir nevi teselli aracına dönüştürmeye yarıyordur belki bu, içinde gerçeklik parçası olmayan hiçbir hikâye yok, tamamen hayal ürünü bir metin mümkün değil, bunun yanında harfler bir araya gelerek dünya kuruyorlar, gerçeklik yok burada. Daha doğrusu gerçeklik farklı düzlemler oluşturarak farklı biçimlerde var, kurmacanın kendisi, anlatılan hikâye, düş gücünün ürünleri, hepsi gerçek. Bernhard’ın söylediği şey, düşünülebilen her şey gerçek. Hikâyelerin gerçeklik paylarının ölüme uzaklıkla ters orantılı olduğunu düşünüyorum, yazar ve okur bu uzaklığı kendine göre ölçerek farklı ölçülerde gerçeğe ulaşıyorlar. Bichsel’an bir örneği bu konuyu açıyor, savaşta ölenleri gören bir arkadaşının anlattığına göre vurulan askerler coşkuyla, yiğitlikle ölürlermiş, teatral jestler yaparak. Kısa bir süre önce izledikleri filmden etkilenmişler, filmde ölen karakterlerin son anlarında söyledikleriyle kendi söyledikleri çok benzermiş. Oscar Wilde’dan bir vecizeyle destekleniyor bu, hayat sanatı taklit ediyor, tersi geçerli değil. Tarihle hikâye arasındaki farka da değiniyor Bichsel, “Böyle olsaydı ne olurdu?” sorusunun tarihten ayrılan ana çizgiyi yarattığını söylüyor ama tarih yazımını bir ölçüde hikâye anlatmaya yaklaştırıyor bu, ana olguları olmasa da bilinemeyene dayananı değiştiren tarih yazıcısı bir hikâyeci olarak değerlendirilebilir, anakronizm iyi bir anlatım tekniğidir. Midir?
“Okumak” ikinci ders. Bichsel takıldığı birahanede tanıştığı, muhabbet ettiği sağ görüşlü bir adamla girdiği diyalogdan ilerleyerek anlatıyor meselesini. Okurun özelliklerinden bahsederken iyi ve kötü yazarların metinlerini anlatıyor, Goethe’nin çok acılı kitabı örneğin. Kötü kitaplar okuyanlara iyi kitapları tavsiye etmediğini söylüyor, her okur kendi serüvenini yaşamalı. Bu serüven birilerince bilinmeli aynı zamanda, Bichsel bir adada tek başına kalsa yanına kitap almayacağını söylüyor, iletişim kurulacak kimse olmayınca kitap okumanın anlamı yokmuş. Bunu odamızda da yaşıyoruz gerçi, adaya gitmeye gerek yok. Toplamda üç kişinin okuduğu eski bir kitabı okuduk diyelim, üç kişiden ikisi ölmüş olsun, diğeri de ulaşılamayacak durumda. Bu üç kişiyi bir kenara koyalım, kendi adamızda tek başımızayız, başka bir dünyaya geçiyoruz, kitap bitince yine odamıza dönüyoruz. Yolculuğun anısı kalıyor, o da silinmeye yüz tutuyor. Ne yaşandı? Sağcı adam kitap okumayı sevmiyormuş örneğin, Bichsel’a göre edebiyat asıl bu adam için var, okur için değil. Okur baştan zehirleniyor, okulda imlâ, kurallar, bilgiler yığını boca ediliyor ve kitapları bu bilgiler ışığında okuyoruz. Bir eleme bu, sıkı okur elenmemek için okur hale geliyor. Bunun yanında yazmaya yönlendiren birileri çıkarsa süper. “Yazı yazmaya cesareti kendinde bulamayanlar, zamanla okumada da zorluk çekeceklerdir.” (s. 49) Yazara göre edebiyat kadınlar sayesinde yaşıyor, babalar endişe içinde, edebiyatın yıkıcılığı sadece kendi emirlerinde değil, okur yıkıcı olarak eleştirmeye hazır, bekliyor. Kişisel bir okuma ve yazma serüvenine çıkıyoruz sonra, kütüphanelerde geçen çocukluk, kalem alıştırmaları, can sıkıntısıyla okuma arasındaki ilişki. Bölümün sonunda okumanın ikincil bir yaşamda birincil için doğru kararları imleyebileceği anlatılıyor. “Kim okumayı sadece karşı bir dünya olarak algılarsa gerçek bir okur olabilir.” (s. 54)
“Nasıl Başlamalı, İçerikler Üzerine” birahanede başlıyor yine, zamanın ilk kahvehanelerinin edebiyatın dilini halk diline meylettirdiği malum, içerik de bu tür ortamlardan doğuyor ki Bichsel’ın öyküleri kahvehanedeki insanlardan, muhabbetlerden derlenmiş gibidir. Az karakter, anlık olaylar. Pek tasvir de içermez, “fabrika işçisi” giyimini kendiliğinden canlandırır, mekânı da canlandırır, genellikle parkta veya iş çıkışında birahanede takılır, dolayısıyla ânı canlandırmak için betimlemelere gerek yoktur. “Hikâye herhangi bir yerde başlıyor, bu beni betimlemeden kurtarmaktadır.” (s. 61) Bunun yanında Bichsel durumu anlatıyor sadece, birahanedeki adamlardan biri öykülerinden hiçbir şey anlamadığını söyleyince Bichsel öyküyü adama anlattırıyor, görüyor ki adam anlamış ama yazarın daha derin bir şeyleri öyküye gizlediğini düşündüğü için anlamadığını düşünmüş. Hikâye saçmalıktan ibaret değil, anlaşılmamış, okura göre yazar böyle düz bir öykü yazacak kadar saf olamaz. Oysa gerçekten anlaşılamayan metinler var ve yazarları saf değil, bu tür metinler okunurken birahanedeki okurun düşüncesi anlaşılır hale gelir. Joyce’un ve Pound’un kitaplarından bahsediyor Bichsel, ekliyor: “Bu kitaplar ancak, anlaşılır olmyışları görmezlikten gelindiği zaman anlamlı olurlar.” (s. 62) Okur böyle kitapların karşısında açık yürekli olmalı, anladığı kadarıyla hissetmeli.
Dördüncü ders “Joyce Mesela”. Bichsel Ulysses‘i tam olarak okumamış, Finnegan Uyanması‘nıysa hiç anlamamış, Joyce açılmaz bir kapı olarak duruyor karşısında. Joyce’un mezarının Zürih’te olduğunu kendisi keşfetmiş, mezarlık görevlileri büyük yazarın mezarını bildikleri için göstermişler hemen. Birkaç dilde Joyce hakkında bilgi verebiliyorlarmış ama Joyce’un yıllarca başarısızlığa uğradığı halde neden yazmaya devam ettiğini bilmiyorlar, Bichsel da bilmiyor ama devam ettiği için minnettar, bir kaçış kapısını gösterdiği için. Kendi yazı serüvenini anlatmayı Joyce’un kararlılığını ödünç alarak sürdürüyor, yazarların kendi kendilerini kandırmalarının en önemli yaratım sürecini oluşturduğunu söylüyor, ardından dışarıyı içe aktarmanın bir başka önemli öge olduğunu belirtiyor. Hemen ardından Conrad’la Joyce’u kıyaslayarak bölümü bitiriyor, “yaşamın böyleliği” iki yazarda farklı sonuçlara ulaşmış, Conrad ve Joyce yaşamın sanatı taklit etmesinin doğurduğu korkuyu bilmiyorlar, karakterlerinin kaderlerinin elinde olması Conrad’da anlatılarındaki mücadelelere dönüşmüş, Joyce’sa “yazıya kaçarak” savaşmış bu korkuyla.
Beşinci ve son ders “Yaşamın Yazdığı Hikâyeler”, Bichsel’in öykülerine sokuşturduğu hikâyelerin kaynaklarıyla ilgili. Yazarın maksadı öğretici değil, anlatımcı metinler yaratmak. Dostoyevski’yi hiç okumamış ama okuyabilme olasılığı var olduğu için mutlu. “Yazar olarak özgür değilim, okur olarak özgürlüğüm beni daha fazla mutlu kılıyor. Doğuştan kabiliyetli değilim. Hikâye anlatmayı, hikâye yazmayı, hikâye bulmayı sadece öğrendim. Dünyaya geldiğimde bunlar zaten vardı ve öğrenilebilir şeylerdi.” (s. 86)
İyi öykücüden sağlam dersler kısaca, okunmalı.
Cevap yaz