“1981 yazında, Ülker’le, Edip’le, Turgut’la ve Turgut’un kedileriyle yaşanmış bir öğle sonumuz var. Bugünse ne Ülker, ne Edip, ne Turgut, ne de Turgut’un kedileri… Yalnızca ben kaldım o öğle sonundan bugüne. Bir gün ben de gidince, o güzel öğle sonundan akşama kadarki zaman yaşanmamış gibi olacak. Gerçekdışı sanki: Oysa yaşandı. Yaşandıysa anlatılmalı.” (s. 13) Turgut Uyar kedilerine o kadar düşkün ki gezmeyi azıcık uzatınca fenalık basıyor, kedilerinin aç kaldığından bahsediyor sürekli, bulabildiği ilk otobüsle dönüyor. Subay olmamış, asker değil, “askerî memur”. Giysileri subaylarınki gibi, yakalarındaki simge kalem olabilir, tatbikatlarla hiçbir işleri yok. Askerlerin “ketebe” diyerek dışladığı bir sınıf. Kıps. Lise ya da Harbiye sıralarında askerliği yürütemeyeceğini düşünenler geçermiş, mecburi hizmetini bitirir bitirmez istifa etmiş zaten Uyar, doğruca sivil yaşama. Doğan’ın hatırladığına göre Cansever ve Süreya’yla birbirlerini tartmışlar, anlamaya çalışmışlar ama Uyar’la tanıştıkları zaman böyle bir şey olmamış çünkü şiirden, edebiyattan falan konuşmamışlar. Hüzünlüymüş Uyar, yaşamının tamamına sığdırdığı hüzün. Tomris Uyar’la yeni evlenmişler, arkadaş evindeler. En sevdiği şarkı “Sen beni Bir Buseye Ettin Feda” ama o akşam “Aşk Bu Değil”i söylemiş, Tomris Uyar da “Those Were The Days”i. Genellikle İstanbul’da buluşuyorlar, masada Fethi Naci, Edip Cansever, Metin Eloğlu, daha kimler. Gezmeyi, hareket etmeyi seven biri değil Turgut Uyar, bir şiirinde İzmir’e gitmekten bahsediyor da Doğan’ı görmeyi mi düşünüyor acaba, bir başka şiirinde “Tonya’lı balıkçılar” diyor da eleştiriyorlar Tonya’da deniz mi var diye. Şairlerin ayakta öldüğünü söylemiş “narsisist bir şair”, 12 Mart’ın televizyonuna kapağı atıp yapış yapış bir şeyler söylüyormuş, dergisinde gerçek şairlerin alkole yenik düşmeyeceğini falan belirterek Uyar’a çatmış, muhtemelen tepkilerden ders alıp Uyar’dan bir yıl sonra ölen Cansever’in arkasından sallamamış da dergisinde bir satırcık olsun bahsetmemiş bu ölümden. Attilâ İlhan.
“İşte böyle, reis!” diyor ölüm ilanından, “reis” demeyi seven bir de Eloğlu var galiba, Edip Cansever ölüm ilanını görseymiş sevinirmiş Doğan’a göre, şair olarak anıldığı için. Özsavunmasını sağlam kuranlardan Cansever, şiirinin sağlamlığınca. “Aynı çevrede ama bazılarından biraz daha iyi koşullarda yaşadı. Bu çevrenin koşulları içinde şiir yazmak kadar İşçi Partisi’ne girmek, bir süre partinin sanat kolunda çalışmak, kurultayları izlemek, polisçe izlenmek, polisten korkmak da vardı. Korkarak da olsa bunları yerine getirdi.” (s. 16) Bayram gününde tanışıyorlar, 1960’ların ortası, ziyaretlerden kurtulmak için Pendik’te bir otele sığınmış Cansever, rakısını yarılamış Fethi Naci’yle Doğan gelesiye. Hemen ısınmışlar birbirlerine, Dıranas’tan bahis açan Doğan’a gülümsemiş Cansever, yüzü ışımış. 1974’te Yeni Foça’da görüşüyorlar, Hayalet Oğuz’la birlikte gelmişler, tayfa denize girerken Hayalet Oğuz hemen yakındaki bir kahvenin çardağı altında İngilizce polisiye romanlarını okuyor. 20 Temmuz’daki Kıbrıs Çıkarması ortamı dağıtıyor, evhamıyla meşhur Hayalet Oğuz savaş başlayınca Yunanların misilleme olarak Foça’ya çıkarma yapacakları korkusuyla bir an önce dönmek istiyor, basıp gidiyor. Cansever faslın en güzelinin İzmir’de dinleneceğini söylemiş arkadaşlarına bir gün, uçağa atladıkları gibi İzmir’e gelmişler, böyle de sürprizşinas? Alaturka seviyor ama Barok’tan başlayıp Mahler’e dek gelmiş, iyi bir dinleyici. Yabancı dil bilmemesi okuduklarını iyi okumaya itmiş onu Doğan’a göre, zamanında Fransızca dersi almış ama bakmış ki hoca çeviremiyor Valéry’yi, bırakmış. Giyimine özen gösteriyor, üstü başı muntazam, eşi Mefharet’in elinin değdiği her yer düzenli. Bohemlik yalnızca yaşayışında. Şiirlerini ve mektuplarını daktiloda yazıyor: “‘Hemen yazıyorum işte. Neden yazı makinasıyla, deme. Hem yazım kötünün kötüsü bir yazıdır, hem de… ellerim titrek hafiften. Düşün, şiirlerimi bile yazı makinasında yazıyorum çoğu kez. Üstelik daha da iyi oluyor, görel bir özellik kazanıyor yazdıklarım.’” (s. 21) Cansever’in şiirlerinde görsellik üzerine çalışanlar için kilit bilgi, biliniyor mu acaba, Cansever’in Necatigil’e kılçık attığı biliniyor mu, 1979’da bir toplaşmanın dumanlı ortamında şiir konuşulurken Necatigil’e şiirinin kolaylıkla yazılabildiğini göstermek için kafadan üç beş dize sallayan Cansever’e Necatigil’in şakayla mukabele ettiği, soğuyan ortamdan kurtulmak için Necatigil’in Doğan’la birlikte kalktığı? “Çok gözledim bunu Edip’te: Masada şiir konuşuluyorsa onun merkezinde olmalıydı o. Olamıyorsa, konuşmayı başka alana çevirmeye çalışır, çeviremiyorsa ya kendini masadan yalıtır ya da öteki şaire karşı açıktan saldırıya geçerdi.” (s. 23) Şiir konuşulmasa da saldırıya geçebiliyor Cansever, Naci’nin anlattığına göre bir Bodrum gecesinde de genç Orhan Pamuk’a atmış kılçığı bu sefer de, herhalde şiddetin ayarını kaçırmış olacak ki ertesi gün kalkıp gitmişler Orhan Pamuk’la Aylin Türegün. Gerçi bu olayın berisi var, Sefa Kaplan anlatmış. Necatigil’in Şipal’a gönderdiği mektuplarda eleştiriyle ilgili hassasiyetini defalarca dile getirdiğini hatırlıyorum, yani Cansever’in eleştiri kaldıramaması Necatigil’in eleştirmenliğini etkilemez de dostluklarını kırar sağlam yerinden, şiirden. Daha iyisinin becerilmesi için değildir, eleştirinin böyle tırto bir görev yüklenmesi borazanlık olur, eleştiri bir metnin başarabileceğinden daha azını başarmasının hayal kırıklığından doğar sanıyorum, estetiğin eksiğinden, dolayısıyla daha iyi metinlere dair, hadi olsa olsa bir temenni vardır eleştiride, sonraki metinlerin özgül yapısına, metnin yazarının edebî görgüsüne çarparak dağılacaktır, mesela Cansever mendilindeki kan seslerini anlattıktan sonra güncele çok yaslandığına dair eleştiriler gelince ne yapmıştır, kırpıp kırpıp yıldız yapmıştır.
Bilge Karasu. “Her şeyden önce şunu söyleyeyim: Ankara’ya gelecek olursanız, benim nerede olduğumu başkalarından öğrenmeye kalkmayın. Bunu gerçekten bilebilecek olanlar pek azdır. Onlara rastlamazsınız belki de. buna karşılık, evim oldukça kolay bir yerdedir. Kızılay’dan Gaziosmanpaşa dolmuşuna biner, Bülten durağında inerseniz, evin hemen karşısında bulursunuz kendinizi. Tunus cad. 67/3. Evde olmasan bile haberiniz olur ne zaman döneceğimden, sizi nerde bulabileceğimi bana bildirebilirsiniz. Anam evden hemen hemen hiç çıkmaz. Dışarıda bir yerlerde oturmam, içki içmem. Dolayısıyla gidegeldiğim bir yer de yoktur…” (s. 141) Bizans zamanında geçen öyküsüyle güncelden, kendi zamanından kaçmakla suçlanmış, sonraları hep aynı biçimde, dışlanmış. Yazarlarımız kadar okurlarımız da korkunçtur.
Balıkçı’yla ilgili upuzun yazısına rastladım yine, hiç dokunmuyorum, güzelliği bozulmasın. Ümit Yaşar Oğuzcan’la gençlik yılları, Adana’dan tanışıklık, yirmi küsur yıl sonra sağlam eleştiriler döşüyor Doğan da eski arkadaşının kendisini hatırlayıp hatırlamadığını bilmiyor. Hüseyin Korkmazgil en önde bağırıyor, öğrenci arkadaşlarını sürüklüyor peşinden, komünistlerin kanını içecekler! Üniversitede değişmiş muhtemelen, tekrar karşılaşıyorlar Doğan’la, Nâzım Hikmet’in şiirlerini okuduğu için polis peşindeymiş! Dergi hadisesinde ayıbı büyüktür: İkinci Yeni’yle ilgili Forum üzerinden dönen bir tartışma var, genç bir yazar çok saldırgan bir yazı yazıp önce Cemal Süreya’ya gönderiyor ama nasıl bir yazı bilmem, yazarını da bulamadım, bilen yorum kısmına yazarsa sevinirim, Papirüs‘e almıyor yazıyı Süreya, Hasan Hüseyin Korkmazgil kendi dergisine alıyor. Doğan da o dergide yazıyor, üstelik Korkmazgil kendisi istemiş yazıları, kavga çıkmasını da istiyor zira tirajı artırırmış. Korkmazgil’le ilgili hoş olmayan şeyler okudum başkalarının anılarında, sevilesi biri gibi durmuyor pek. Neyse, Metin Eloğlu kaldı anlatmadığım, Metin Altıok kaldı, Füsun Akatlı, Cemal Süreya, daha da insanlar insanlar, ödüller, jüriler, gezme tozmalar, Doğan’ın eşi Ülker’i yaşatma çabaları. Doludizgin anlatıyor Doğan, eşinin varlığına yaklaştı mı, böyle bir suskunluk, hüzün olamaz. Bileklerindeki izler.
Cevap yaz