Yarasalar anlatıcının yanağına dokunacak ıslak pamuk topakları gibi görünür, beş yaşında bir çocuğun yarasalardan soğuması için makul gerekçe. Anne atın üstünde, karanlıkta kalan yönünün aydınlığı ortaya çıkınca insanın ikiliği. Gündelik yaşamın çalkantılarında anne, atın üzerinde saçları savrulan, gülümseyen anne, birbirini tutmayan insanlardır bunlar, bir insanın kaç insandan oluştuğunu düşünmek o yaşlardaki çocuk için kolaydır. Babanın kızıl sakalı, epizodik anlatıda sekseninci bölümde mi, bir daha anılacak o kızıl sakal aslında babayla kızın arasındaki bilinmezliğin sembollerinden birine dönüşür zira büyülü biliş sürdüğünce çocuk somutla soyutu iç içe geçirecektir. Bunu sözcüklerle yakalamaya çalışmaya şiir denir. Babanın kızıl sakalıyla annenin uçuşan saçları beş kızın önünde uzaklaşır, yarım çember halinde dizilmiş beş kız, anlatıcı içlerinde, Eduardo’yla birlikte altı ama henüz büyümemiş o kadar. “Annemin en tanımadığımız yanı bizimle kalır, ışıklı yanı gözden kaybolmaya başlardı. Çiftliğin sınırlarını belirleyen kavaklara yaklaşırken eksikliğini hissetmeye başlardık. Uzaktan ayırt edebildiğimiz son şey, babamızın kızıl sakalı olurdu.” (s. 14) Bölümlerin belli belirsiz bir kronolojiyle dizildiğini söylemek şablonun yer aldığı zamanı belirtmek için mantıklı, şablonda anlatılanın zamanları aşıp geçtiğini düşününce yine mantıklı, bilinçle biçimin birleşiminden üslup da doğunca tamamdır. Çocukluğa açılan üç pencere diyelim bir bölümde, çocuğun babasının çalışma odasının penceresi, haritalarla dolu odaya erişmenin tek yolu, bir tek annenin içeri girmeye izni var. Baba küreyi hızla çeviriyor arada, Norveç’in ve İrlanda’nın yerini çabucak bulmalarını istiyor çocuklardan, esrarengiz ortamı pencereden görmekle havasını solumak arasında bir tedirginlik. En rahatlatıcı pencere annelerinin penceresi, dikiş odası. Susana ile anlatıcı, diğer kızların başlarından geçenleri anlatıp rahatlama seanslarına iştirak edememişler. Çok uzun bir alıntı, yetişkinliğin düşünce yapısıyla biçimlenmiş ama çıkarılamaz mı yine içinden o büyü: “O pencere, çocukları kendine çeken, ışığı onlara uygun olan tek odaydı. Böyle bir pencereyi bir daha göremedim. Artık çocuklar hiç kimsenin kendilerini beklemediği odalara, kendileri için inşa edilmemiş odalara geliyorlar; çıplak avlularda, başka sevimlilikleri olan, başka anılara sahip, başka kişilere ait odalarda ya da çay saatlerinde misafirlerle sohbet ederken, herhangi bir hevesin dikkatlerini dağıtacağı boş vakitlerde dikiliyor minik kıyafetleri. Çocuk sahibi olmanın mutluluğunu fark etmeleri için o çocuğu içlerinde taşıyor olmanın mutluluğunu fark etmeleri için o çocuğu içlerinde taşıyor olmanın yeterli olduğunu anlamadan, hayata ilgisizce bakarak aynı hareketleri tekrarlarken, seslerinin tonunu bile değiştirmeden konuşmaya devam eden, görünüşlerini gizlemeye çalışan ya da bununla ilgili şakalar yapılmasına izin veren pek çok kadın gördüm. Sanki her gün bir çocuk doğması planlanmış da o çocuk doğmak zorundaymış ve günler, geceler sürecek o bekleme sürecini ayrı tutmaya gerek yokmuş gibi davranıyorlar; daha sonra da bu konudan söz ederken, başka şeylerden söz ederlerken kullandıkları ifadelerden farklı ifadeler kullanıyorlar.” (s. 17) Anne bu örnekten farklı, boş zamanlarında bebek patikleri ve küçük örtüler örmek yerine küçük küçük şeylerle uğraşıyor odaya girdiğinde. Biraz hüzünlü, biraz düşünceli o zaman, bir başka anne. Bunu çocukken ayırt eden ileride başka şeyleri de ayırt edebilir, yüzdeki duygu kırıntılarını, ellerin gösterdiğini. Babamı hatırlıyorum ben, Suadiye’deki eve nadiren gittiğimiz zamanlarda atari oynuyorduk, o ciddi yüz ifadesini ilk kez gördüğümde birini başka türlü tanımanın yolları olduğunu anlamıştım. O güne kadar aynı babaydı, anneme tepeden bakan, bizi biraz mesafeyle, bilmişlik diyeceğim bir güvenle seven adam oyunda kaybetmeye veya kazanmaya başladığında, oynarken yoğunlaştığı sıra söylediklerinde tanımadığım biriydi. Zaten tanımadığım biriydi, Lange başkalarının başına gelen felaketler karşısında nasıl tepki göstereceğini bilemediğine dair birkaç hikâye anlatınca iyice oturdu, toplumla ilişkilenmeyi becerememektir biraz da. Anne sevgisi, baba sevgisi, annenin görüngülerinden veya babanın eylemlerinden ne anlam çıkarılması gerektiği, bunlar en büyük gizemler. Babasını gerçekten tanımadığını söyleyecek sonlara doğru anlatıcı, aslında anlaştılar ama birbirlerini anlayamadılar. Hüzünlü mü, biyolojik yakınlıktan ötürü daha fazlasını beklemenin hüsranı, hepsi çocuklukta aşılır, aşıldığı yetişkinlikte fark edilir. Çocuklukta hissettiklerimizin çözümlemesi bitesiye ölürüz, geride hiçbir şey kalmaz, iyidir. Üçüncü pencere en büyük kardeşin, Irene’in, göğsünün büyüdüğünü, memelerinin acıdığını fark ettiğinde yapayalnız Irene, büyük saygı duyulan Irene. Şakacı, kardeşler birbirlerine eziyet ederek toplumsal hayvan haline geliyorlar, mesela bir gece anlatıcıya evi terk edeceğini söyleyip vedalaşıyor abla, ertesi gün masada oturuyor. Pencerenin ölümüdür, artık her pencere gibidir Irene’inki. Birinin gelmesini beklermiş gibi geçen çocukluk. Tehlikeli bir yabancının eve girmesine ramak kala çocukluk, öyle bir tedirginlik hali, huzursuzluk. Anlatıcı düşünmekten başını kaldıramadığını söylediğinde dört kız kardeş etrafında dolanıp gülüşürler, oyunlara çekmeye çalışırlar ama anlatıcı yerinden kalkmaz. Sonraki günlerde kız kardeşleri oyunlarına almazlar, anlatıcı yalnız kalır, odasında ağlamaya başladığında birer birer gelip kurtarırlar düşünmekten. Bir diğeri geceleri elini atıverir anlatıcının omzuna, en büyük kabusu defalarca canlandırır. Anlatıcının ödü kopar, ağlamaya başlar ama üçüncü kezden sonra korkusunun yavaş yavaş dindiğini fark eder. Bir daha hiçbir korkusundan bahsetmez o kardeşine, yine de kurtulmanın mümkün olduğunu anladığı için memnundur. Kardeşler için ayrı bölümler var, Marta’nınki diyelim, kardeşlerin merkezde olduğu ama sırf kardeşlere ayrılmamış bölümler var, Lange sınırları belirsiz tutarak odakta neyin bulunduğunu açık etmiyor. Elleri pütürlü, kanatıncaya kadar ısırıyor dudaklarını, ellerini kollarını çiziyor, Marta sıkıntılarından kurtulamıyor bir türlü. Saat okuyamadığı ortaya çıkınca baba ödev veriyor, Marta zorla çalışıyor, gözyaşı dökmeden ağlamanın ne olduğunu onunla öğreniyor anlatıcı. Ara sıra kayıtsızlığından sıyrılıp oyunlara katılır ama parlak bir zekâya sahip değildir, örneğin arabayla yolculuk sırasında ellerin birbirine karıştığı örtü oyununda ilk Marta “bulunur”, kardeşleri başka bir şey oynamaya ikna edemez. Anlatıcı üzülür bu duruma, Marta’nın elini fark etse bile fark etmemiş gibi yapar, perdenin aralanmasıyla içeri giren gün ışığının aydınlattığı yüze bakınca Marta’nın kabullendiğini görür, ilk o ebelense bile oyunda kalmasına izin verdikleri için minnet de belki. Onlarca düş parçasıyla çevrili herkes, anlatıcının bir düşünceyi evirip çevirmesiyle kurduğu dünyaya kattıkları dışındaki dünyanın daha emin, tutarlı hale gelmesini sağlıyor olabilir, olmayabilir, sonuçta birinin yüz ifadesini bedenle oluşturma çabasını ele alırsak çocuğun her duygu için bir jest, bir beden hareketi bulması iletişimi bedensel anlamda da kurma isteğini gösteriyor ki düşüncel birlik kurulacak gibi değil, kaygılarını biliyoruz, gözlerin üzerinde olduğunu düşündüğü için davranış örüntüleri geliştiren küçük bir çocuktan bahsediyoruz. Yüzlerden beden dedik, peki son bedenleştirilen öldüğü zaman, ifadeyi taşıyan kişi tabuta konduğunda bir nevi kehaneti mi savurmuş oluyor çocuk, eylemiyle dünya arasında nasıl bir ilgi var, yeni kaygılar demektir. Babanın ölümüyle birlikte yeni kaygılar, taşınma telaşı sırasında unutulmayan ağaçlar, çizgilere basmadan yürümenin yol açabileceği felaketler, çocuk ne sıkı bir dünyada yaşıyor aslında. Hayal gücüne sığınması anlaşılamamaya yol açacak, uyum sağlasa benliğinde açılan gediği kapayamayacak bu kez, aradalık. Seksen küsur bölümde bu aradalığın türleri yer alıyor, dört dörtlük metin, Lange müstesna bir yazar.
Cevap yaz