Sarıyer’in haso dayılarından Garo feleğin çemberinden geçerken kafayı sağa sola gömmüş, ortada çeper meper bırakmamıştır. Beynini rakıyla yakmaya başlamadan önce de kazandığını sağa sola dağıtırmış ama ters takla atmaya başlaması denize açıldıktan sonradır. Varlıklı dedesinin Varlık Vergisi yüzünden bütün varlığını kaybetmesiyle gelmişler İstanbul’a, Vartuhi Hanım babasından bahsetmiş oğlu Garo’ya da öyle uzun boylu değil, anlaşılıyor. Baba Sarkis Taşcan yanan okula dalıp insanları kurtaracak kadar cesur, etrafındakilere para saçacak kadar bonkör, hasılı tuhaf bir adam, annesi bir sebepten dışlamış ki hikâyenin sonunda göreceğiz neler olduğunu, Sorbonne’da okurken bir sebepten şutlanıp Türkiye’ye döndükten sonra ipi koparmış biri, bu şutlanmanın uyuşturucu yüzünden olduğunu bilmiş Garo yıllarca, gerçeği de sonda öğreneceğiz. 1960’lı yılların başında Sarıyer çok renkli, çarşıda herkes iç içe, işten dönen Türkler tek başlarına eve dönerken Ermenilerin ve Rumların eşleri iskeleye dek gelirlermiş karşıcı. Avrupa’ya, Amerika’ya göç edenlerden sonra Sarıyer’den silinmişler yavaş yavaş, bir Taşcan gibi yoksul aileler kalmış. Sarıyer manzaraları çok renkli, misal delifişekler denize uzanan restoranların direklerini sarsarak korkuturlarmış müşterileri, patronla anlaşıp beleş yemek yerlermiş, türlü iş. Vartuhi oğlunu uyarırmış sürekli, Türklere fazla güvenmemesini söylermiş, bir gün dayak yemek üzereyken gelip arkadaşları kurtarmış. Dediği şu Garo’nun: “‘Beni ağaca bağlayıp dövmek isteyenler kimler? Poyrazlılar! Yani Karadeniz’den yeni gelmiş dağlılar. Arka çıkanlar, beni kollayanlar kimler? Yine Karadenizliler. Ama Pazarbaşı’nda oturan ve Yenimahalle’ye babaları, anaları hatta daha büyükleri geleli çok olmuş eski Karadenizliler! Zamanla, eskisiyle de yenisiyle de birbirimizi daha iyi tanıdık, arkadaş olduk.’” (s. 21) Yaşam alanı paylaşıldıkça ayrısı gayrısı kalmıyor insanların, dostluklar gelişiyor, düşmanlık yok. Sarkis’in ikinci eşi Vartuhi didinirmiş her gün, Sarkis’in yamuklarını sürekli kapamaya çalışırmış, adamın yediği haltları alttan alır, alamadığını dert edermiş. Eşinin ölümünden sonra oğlunun peşinde koşturmaya başlayacak ne yazık ki. Garo’nun Sarkis’e çekmesi içkiye düşkünlük yönünden, komünistlik veya dinsizlik falan yok, gerçi dinlilik de yok, kafasına göre yaşıyor Garo. Çocukken yaptığı yaramazlıklar yüzünden eve gelmediği çokmuş, komşular birkaç gün saklarlarmış ki Sarkis’in öfkesi dinsin. Garo on iki yaşındayken Sarkis ölünce ailenin yükü Garo’ya kalıyor ister istemez, çocukluk bitiyor. Yeni bir çocukluk başlıyor, Vartuhi iyi bir eğitim aldığı için Fransızca dersleri veriyor, oğlan da o sıra haytalık yaparken arkadaşına özenip atlıyor bir gemiye, kuytuda saklanıyor, saatler sonra bulunduğunda kaptan karşı çıksa ne, çoktan açılmışlar. Bu kaptanları geçiyorum, her birinin Garo üzerinde emeği büyük, nasıl avlanacağını, havayı nasıl okuyacağını, ağ atmayı falan öğretiyorlar, denizlere âşık olan Garo ilk seferden sağlam para kazanınca annesinin rızasını yine alamıyor ama en azından tanıdık kaptanların yanında, başına iş gelmez. Dikkatli olursa tabii, yıllar sonra Marmara’nın açıklarında karşılaştıkları bir gemide ikiye bölünen tayfayı görünce işini iyi yapması gerektiğini bir kez daha anlıyor. Kafası dumanlı değilse her şey yolunda. Kafası genellikle dumanlı.
Zurnanın zort dediği yerden sonra elinde hiç para tutmuyor Garo, paso yiyip içiyor, balığa çıktığı zaman pavyonların sıkı müşterisi. Balıkçılık hikâyeleri de hoş, Karadeniz Ereğli’ye gidip bilmem ne avlamaları, oradan akıntıya uyup kıyı boyu gidip gelmeleri, diğer gemileri atlatıp voliyi vurmaları ve aşırı açılıp Ruslarla, Bulgarlarla papaz olmaları, acayip. Rusların denizcileri öldürdükleri oluyormuş, bu yüzden yakalandıkları zaman ödleri kopuyor ama terso yapmayıp geri döndükleri için olabildiğince olaysız atlatıyorlar o badireyi. Bulgarya kısmı daha fena, denizci tanıdıkları aylarca hapis de yatmışlar, gemiler de batırılmış, bunlar fırtınada sürüklendikleri için limana çekilip kısa süreliğine hapsedilmekle yırtıyorlar. Karadeniz’deki serüvenler başka, Marmara’dakiler başka, Ege’dekiler bambaşka. İskoç muydu o kız, biri gelin gelmiş Ayvalık’a da Garo’nun yaşamının bir döneminde dost olmuşlar, kızın evlendiği adamın ailesinin burnunu boktan kurtarmaya çalışmışlar ama becerememişler. Garo o zamanlar da üçe beşe bakmıyor, emeğinin karşılığını ne alabiliyor ne isteyebiliyor, öyle gemilerde yatıp avlara çıkarak, bol bol da içerek yaşamaya devam ediyor. Aslında kaptanların yanından ayrılmasa iyi bir yaşam sürdürebilirdi zira sağlam kazanıyorlar ama ne bir yol göstereni var ne de beklediği, defalarca bahsedilen mucize gerçekleşiyor. Vartuhi öldüğü sıra Garo açık denizde olduğu için haberi çok geç alıyor, dünyada bir başına kaldığını anladığında iyice yıkılıyor. Gerçi baba tarafından akrabaları var, sonradan piyasaya çıkıyorlar ama düzgün bir aile yaşamından sıkılıyor Garo, ziyaretlerini seyrekleştiriyor. Ha, zamanında Vartuhi bunu meşhur bir kuaföre çırak olarak verdiğinde Fatma Girik’in verdiği bayağı yüklü bir bayram harçlığı var, Vartuhi parayı çaldığını düşünüp oğlunu dövüyor ama öğreniyor sonradan Fato olayını, Garo canı sıkıldığı için işten ayrılana dek sorun çıkarmıyor. Evi yakmasa iyiydi gerçi, bir gün sobayı yakarken bir parlatıyor ortalığı, söndürene kadar evden geriye pek bir şey kalmıyor, Sarkis gelip bir dahakine evi tamamen yakmasını söylüyor, böylece tamir için uğraşmayacaklar. Yaramaz, yerinde durmaz bir çocuk Garo, okulu sevse de bir zamandan sonra gitmek istemiyor artık. Yetişkinliğinden çocukluğuna nasıl döndük, fütursuzluğunun, cesaretinin çağrışımlarıyla.
Yapmadığı iş ne var, denizle ilgili olmayan hiçbir iş denebilir. Balık alıp sattığı çok, bir dönem ortak tutup balık işine girdiklerinde iyi para kazanıyor. Midye işinden de Ayvalık’ta iyi kazanıyor ama bütün para İskoç’un eşinin ailesine gidiyor, Garo kendisine kucak açtıkları için çok seviyor onları, ses çıkarmıyor. Birazcık sevgi gösteren kimseye çıkarmıyor, bu yüzden hayatı boyunca sömürülüyor. Kendi teknesi olmuyor hiçbir zaman, arkadaşlarının zoruyla ev almaya kalkıyor ama uygun şartlara rağmen parayı bir türlü denkleştiremiyor. Otuzlarına geldi artık, kafasından dumanlar çıkıyor, bir gün denize düşüp kaburgalarını kırıyor falan, hâlâ bir mucize sonucu o hayattan kurtulabileceğini düşünüyor. İlginçtir, o mucize gerçekleşiyor. Şimdi bu bir anı roman, daha çok paramparça anı epizotları diyebiliriz, dolayısıyla geçişin danklığı can sıkmasın zira öyle bütünlüklü bir yapı zaten yok, ayyaş bir Ermeni denizcinin anılarını dinliyoruz işte. Sarkis’in ailesinin yurt dışındaki üyeleri ortaya çıkıyor en umutsuz anda, Garo’nun hayatı kurtuluyor. Şurada var. Bambaşka bir anlatı başlıyor sonlara doğru, ailenin nasıl parçalandığı, Sarkis’in Fransa’da komünist faaliyetlere katılmasının, bir Müslümanla evlenmesinin ne çatışmalara yol açtığı, ilginç. Sonuçta torunlar bir araya geliyorlar, ABD ve Fransa’dan gelip Türkiye’de toplaşıyorlar, farklı diller konuşsalar da birbirlerine çok benzediklerini görüyorlar her anlamda. Garo’nun hayatı kurtuluyor resmen, beklediği mucize gerçekleşiyor. Bedeni daha fazla kaldıramazdı teknelerde uyumayı, zaten balığa çıkacak hali de kalmamış, eski dostları iş isteklerini geri çevirdikleri sırada kafayı gömüyor Garo, felek melek haşat oluyor, on numara beş yıldız yaşam başlıyor.
Kahvede oturmuşuz da emminin teki hayatını anlatıyor, öyle bir anlatım, içerik. Garo futbolcu da olabilirmiş ailesi isteseymiş, babası gibi taksicilik yapabilirmiş, ne bileyim, denize tutulmasa neler olurmuş. Ağzına içki koymadığını söylüyor, umarım içmiyordur zira içtiği zaman terminatöre dönüşüyor resmen. Çok yaşasın Garo Dayı, oltası bol olsun. Balıkçılıktan da zerre anlamam, böyle söylenmiyor herhalde.
Cevap yaz