Fotoğrafların dile gelişi, fotoğraflardaki aile üyelerinin hikâyelerini anlatışı ayrı, Fahrünnisa’nın sesi, diğer karakterlerin sesi ayrı, hepsinin iç içe geçtiği yapı. Faulkner’ın metinlerine benzerliği bariz, o ton metnin tamamına yayılmış. Tamamına değil, belki başlangıçta klasik anlatı üstün ki giriftlikten önce karakterler kendi halleriyle, geçmişin fotoğraflardan fışkırmasıyla başkalaşmadan görülebilsin. Bazıları sesi devralmayacak, örneğin Murat ve Hüsnü, Murat’ın kızı üç neslin yaşamları boyunca ara ara karşımıza çıkacaklar ama nesnelikten çıkmayacaklar, hayatta kalmak için mücadele eden veya derileri yüzülerek öldürülenlerden değil onlar, soylu ailenin kulu olarak barınıyorlar. Murat tekerlekli sandalyeyi iten kızıyla birlikte kapıya varıyor, Şehzade’nin ihsanına sığınıyor zira bir kuruş yok cebinde, günü kurtarmak için eski sahibinin vereceği paraya bakıyor. Şehzade İhticab bastonunu Fahri’ye verip Fahrünisa’yı öperek odasına gidiyor. “Ancak o akşam Şehzade her zamanki havasında değildi. Dinlendiği koltuk gibi kıpırdamadan duruyordu. Ve yalnızca öksürük omuzlarını tirettiğinde alnının damarlarını daha iyi duyumsayabilmek için sıcak alnını ellerine bastırıyordu; veya büyükbabanın, büyükannenin, anne babanın ve halaların hatta Fahrünisa’nın hin bakışlarını unutmak için.” (s. 8) Bakışlar fotoğraflardan gelecek, ninelerin dedelerin ölü gözlerinin yanında Fahrünisa’nınkiler de yer alıyor, az önce yanağını uzatıyordu oysa. Güvenilmez anlatıcı, güvenilmez karakter veya, hayalet görüyor olabilir, geçmişi şimdiye yığılmış olabilir, akli dengesi kaykıksa çözülür ama tek bir bilinmeyenin yayıldığı düzlemden ötesi olabilir, dikkatle okumalıyız metni. Cümleler yarıda kalır, bağlaçla başlar, bağlanır, Fahrünisa’nın küçük gülüşlerine varır ama büyük büyük gülmektedir artık kadın, Fahri’nin gülüşü bir türlü düzelmemiştir. Ve saatleri kurarlar birlikte: Şehzade İhticab, Fahri/Fahrünisa, büyükbabanınki önce, sonra babanınki, tik tak seslerinin birbirine girmesinden doğan numarayı erkenden belirtiyormuş anlatıcı, bir tutam saçın memelere inmesi, göğse yaslanan İhticab, silahları parlatırlar çünkü günü bitirmenin yolunda bu durak vardır, ava gidilen günler, vurulan geyikler, geyik bulunamadıysa oradan geçen birileri mutlaka vardır, tetiği çekmek yeterlidir, insanlar hayvanlardan farksız görünür soylu ailenin üyelerine, gözünü kıstı mı namlunun ucunda hangi canlı olursa olsun kan yığınına döndürüverir. Büyük Ata’nın eseridir hepsi, eteklerinin altına topladığı ailesinin dağılacağını bilmeden hüküm sürer Büyük Ata, kala kala kuzenlerinden uzakta, taşradaki malikânede ölümü bekleyen İhticab kalmıştır. Albay İhticab’ın oğlu, babası gibi deyyus olmaması söylenen küçük Hüsrev, kulağına fısıldananları dinlemeyen, ailenin lanetini taşıyan, dadısının üstünde tepindiği ortaya çıkınca rahmi dağlanan kadının sevdiği, kadının çığlıklarını duyunca, elleri kolları bağlı bulduğu kadının çağrısını işitince kaçmaya çalışan, kadınlara düşkünlüğüyle bilinen küçük Hüsrev. Der: Dolu olup olmadığını bilmiyor silahın. Fahrünisa Fahri’ye dedi: ver bakalım. Tekti, ikiye mi çıktı, kişilik bölünmesi mi, ne olduğunu açıkça veya kapalıca görürüz tuhaflığın, her çatlak düzgünce kapanır. “Şehzade İhticab bir işe yaramadığını biliyordu, yapamayacağını, büyükbabanın, her zaman, o siyah beyaz fotoğrafı gibi kalacağını: İçi samanla doldurulmuş bir deri gibi; kendisinden uzak, onca kitap, fotoğraf ve çelişik hikâyelerde yaşamını sürdürecek olan bir düzlem. Ancak öğrenmek istiyordu, kendisi ve Fahrünisa için bile olsa o derinin arkasında, fotoğrafın gölgeleri ardında veya onca kitabın satırları arasında…” (s. 14) Öğrenir, atasının defterlerinin çoğu küle dönmüştür ama kalanlarda ailenin sırları saklıdır hâlâ, sanki her nesille birlikte yeni defterler doldurulur da lanetten kurtulmak, ölüme kavuşmak için evlatlar yakmak zorunda kalır. Amcalar, halalar, ailedeki hassas dengeler sürekli bozulur, güç savaşları yaşanırken atalar öldürmekten erinmezler hiç. Biri: uzak durur aileden, aforoz edilir, kendi malıyla dağa çekilir ama ata basar mekânı, oğlunu evin dışına sürükletip öldürtür, oğlunun eşini, çocuklarını kuyuya attırır, taşlarla kapattırır kuyuyu, mallara çöker. Ata en sonunda Murat’ı tekme tokat atar evden, adamın koltuk değneklerinin takırtısından rahatsız olmuştur Albay/Büyük Ata/Büyük Şehzade (ata, albay), kimse, dört kara atın çektiği kara kadifeli arabanın sürücüsü kızını da yanına alıp gider. Bahçıvanı da yollar, kırk yıldır cennete çevirdiği bahçeyi bırakıp gitmek zordur ama çare yoktur. Kızı Fahri geri dönecektir sonra, evlenecek biri lazım olunca o akla gelir, evin gelini olacaktır. Yeni Fahrünisa. Vereme yakalanan kadın dünya güzeli olduğu günleri çoktan geride bırakmıştır, Fahri’yi iyi bir eş olması için eğitmeye başlar. Suçlamaz, yakınmaz, yekinmez, ne gerekiyorsa onu yapar zira Şehzade İhticab’ın yalnız kalacağını bilir, kalmaması için ardılını hazırlar. Yukarıda, hasta yatağında yatarken aşağıda Fahri’nin üstüne çıkar İhticab, eşi öldüğünde bedeninin yanında yapar bu kez, sesini çıkaramayan Fahri de mantığını dinlemez olur. Gördükleri yeter o güne kadar: kesilmiş eller, samanla doldurulmuş kafalar, neler. Tankların altına attığı insanlar yüzünden azar yiyen atanın ilk vukuatı değildir bu, şiddete meyli yüzünden -metnin en dehşet verici kısmı- küçük bir çocuğun kafası kesilir. Adamına kesmemesine söyler söylemez kesilir üstelik, eh, hiçbir kavasa o güne dek öldürmemesi emredilmemiştir, daha doğrusu “kes” komutuna olumsuzluk eki gelesiye işi çoktan görmüştür adam, deriyi yüzüp saman doldurması kalmıştır artık. Öyle yapılır, kafa derisi saklanır, ölülerle birlikte yaşanır. Yaban bahçe evin içine girmeye çalışırken. Bacadan dumanlar çıkarken, defter üzerine defter yakarlar da geçmişten bir türlü kurtulamazlar, İhticab ağlayan annesinin ata bindiğini hatırladığında yele bir dalgalanır fotoğrafta, anne çıktığı kareye geri dönmüştür, kim hatırlanmışsa son kez özgürlüğüne kavuşur. Fotoğrafların yakılmaması ilginçtir, kül yığını biriktikçe beyhude çabanın kaç kez tekrarlandığını merak ediyor insan, oysa her şey fotoğraflarda olup bitiyor. İnsanlar yürüyorlar nehir kenarında, açlar, ölü eşeği kesip kanını içmeye başlıyorlar. Atalar, mollalar buğdayları depolamışlar, çürüyenleri nehre döküyorlar, kuraklık. Aç insanlar kapıya dayanıyor, yollara dökülüyor, isyanları bastırmak Albay İhticab’ın işi ama başarılı olamıyor bir zaman, başına kakılacak iş. Mutemid Mirza’nın çektiği de onunla ilgili, ailenin işlerini görmek istemeyince falakaya yatırılır, zindana atılır, zindanda bütün hikâyeyi anlatması beklenir ama ihanet varsa dillendirilecek, öyle kolay değildir, dili çözmek gerekir. Bir deri bir kemik kalan Mirza’nın yanına mahkûm kılığında ajan mı sokmalı, esas hikâyede hiçbir rolünün olmadığı öğrenildiğinde yaşadıklarının telafisi? Peki ya bütün bu kıyımın, korkunun içinde metnin dile gelmesi? “Bu ilgisiz, kopuk kopuk cümleleri ve yalnızca gerçekleştirildikleri anda değerleri olan hareketli bir araya getirerek bir insanın etinin, dersinin, damarlarının ve sinirlerinin derinliğine nasıl inilebilir? Veya biri nasıl yeni baştan oluşturulabilir? Mahkûm ile hafiye özgür olmak zorunda olmasınlar? Yüksek duvarlar arasında bir bahçe ve bir havuz ve yüzlerce cilt kitapla uğraşan iki özgür? Ve ben? Ben…” (s. 76) Ateşin başında veya mahzende, fark yok, özgürler ölümü unutmuşlar, Fahri/Fahrünisa nasıl sonlanacağını bilmiyor hikâyenin, Şehzade İhticab başka bir ev tutmadığı için eski püskü geçmişin orta yerinde. On üç yaşında bir çocuktu Hüsrev, bir güvercinin gözlerini oyarken kimse yok muydu, izlediler mi yoksa, güçlenmesini istedikleri için eziyet etmesine seyirci kaldılar. Kadınlar dağıldı, erkekler birbirlerini öldürüp fotoğraflara sığıştılar ve soylu ailenin izi kalmadı, en azından o kanadın. İran’da yüz yıl önce mahvolan aileden, halktan ne kaldıysa.
Cevap yaz