Tarık Tufan – Hayal Meyal

Anlatıcıyla doktorun diyaloğu. Sahne sağlam, spotlar gözümüzü alıyor. Doktor neden hep yalnız geldiğini soruyor anlatıcıya, hani öyle bir süreçte yanında birileri olmalıymış adamın. Düşünceli bir doktor, karşısında ölümüne beş kalan biri var, acıklı bir durum. Adamımız mağrur, vakur, dünyadaki onca olanaksızlığın yanında doktorun gördüğünün mümkün olduğunu söylüyor, elbet ölüme yalnız yürüyebilir insanlar. Doktor biraz daha eşeliyor, anasına babasına haber verse ya adam? Ne dese olmaz, biricik oğullarının öldüğünü mü söyleyecek falan filan. “‘Ölüyorum ben. Anlıyor musunuz, ölüyorum! Bu şaka değil. Şimdi ne düşünmem gerekir? Allah’ın belası bir hücre tüketti her yanımı. Ben ölüyorum. Ne düşünmem lazım başka. Allah kahretsin! Allah kahretsin! Allah kahretsin!’” (s. 15) Yapacak bir şey yok, teslim olmuş adam, bütün çareler tükenince, faydalar faydasız ve imkanlar imkansızken anca isyan edebiliyor, isyanını da doktora duyuruyor bir. İlk bölümden sonra ara bölümler geliyor, italik, çokça lirik, anlatıcı umut aradığını söylüyor o bölümlerde, yorgun bir sonbahar havasından, bulutların dilinden anlamadığı için sık sık yağmur yağdığından falan bahsediyor, burada okumayı kesmememin sebebi daha ne yavelerle karşılaşacağımı merak etmem. Bloom taksonomisi vardır eğitim bilimlerinde, bir şeyi öğrenmenin zihinsel süreci: başta bilgi geliyor, sonra kavrama, uygulama, analiz, sentez ve değerlendirme. Basitten karmaşığa doğru seyir. Bu roman bilgi aşamasından öteye geçmiyor, her olayı, karakteri olabilecek en yüzeysel haliyle verince adamımızın zekâ yoksunluğu ortaya çıkıyor, her şey karikatürleşiyor. Bu bağlamda Gecelerin Yargıcı tipli karakter en göze batanlardan biri haline gelecek. Emin Efendi diye bir dallama çıkacak piyasaya, camdan atlama isteği uyandıracak, evlerden ırak. Sırayla gidelim, çekecek çok çilemiz var. Adam ölümle karşılaştı, doktorun ofisinden çıkınca “hangi coğrafyadan kopup geldiği belli olmayan habis bir rüzgâr” tarafından yüzü de tokatlandı, kozmik kabus tepesine izbandut gibi çökerken kendini uçurumların en uçurumunun dibinde buluverdi. Düşüyor, düşüş yaşıyor, insan düşüyorsa yeryüzünün en düşen insanı oluyor tabii, bunu es geçmiyor, ayrıca kör yarasalar da kafasının içinde sürü halinde dönüp dururken aydınlığın masumiyetini tarumar ediyor filan, yani bu edebî ataklar yüzünden okur ne hale geliyor acaba, nasıl bir kapana kısıldığının farkına varanlar için bu metin belki de başka bir metnin cehennemi mi, türlü sorular. Bütün klişeler bekliyor bizi, ölüm karşısında insanın düşünceleri, hele böyle aklı kıt bir anlatıcı yüzünden bunaltıyor. Film senaryosunda, tiyatro oyununda falan tamammış da yaşayınca korkutuyormuş ölüm, insan başta reddediyormuş da alışana kadar azap çekiyormuş. Denk geldim de, şu iki alıntıyla metni faş edeyim: “Garip bir istekle hızlı yürümek hatta koşmak istiyordum. Buna yeltendiysem de vazgeçtim. Yetişmem gereken bir yer gelmedi aklıma. Düşündüm ama bir türlü gelmedi. Canımı sıktı bu durum. Sahiden de yetişmem gereken hiçbir yer yoktu.” (s. 22) Öncesinden sonrasından bağlanan bir şey yok buna, müstakil, öyle düşünelim. Şimdi bundan ne anlaşılıyor bilmiyorum ama benim anladığım kadarıyla anlatıcı bir yere yetişmek istiyor, anlatıcının bir yere yetişmesi gerekiyor. Evet. Höykürerek yürürken daha önce bir yerlere yetişmek zorunda kaldığını söylemiyor, hiç söylemedi. Ben inanmadım ama, daha ilk cümlede düşündüm, ulan bu adamın mutlaka bir yerlere yetişmesi lazım gelmiyor mu, bu şahıs bir yerlere yetişmesi gereken bir şahısçasına şahıs, o kadar şahıs yani ve yetişecek. Reddediyorum dediklerini. Aa, tekrarladığı zaman, yani sahiden de yok mu, orada ikna oldum işte. Anlamayanlar için bir kez daha açıklayayım, anlatıcının yetişmesi gereken bir yer vallahi yok, aptal mısınız nesiniz. “Rahatsızlığımla ilgili bundan tam yedi ay önce çeşitli rahatsızlıklarla doktora gittim.” (s. 22) Mesela bu ne, anlatıcının doktora yedi ay sonra gitmesinin arkasında son derece üfürükten bir sebep var da biz niye o sebebi öğrenmek zorundayız veya o kadar kötü bir anlatımla mı öğrenmek zorundayız, kısacası bu vasatlığa niye maruz kalıyoruz bilmem, ben başladığım şeyi bitirmek istediğim için maruz kaldım. Bir de kitabı ödünç aldım, sahibine vereceğim, ondan.

Yan hikâyeler var, anlatıcı öleceğini öğrendikten sonra kalemi eline alıp yaşamını yazmaya başlayınca çevresindeki insanları da katıyor metne. Romanın okunası kısımları bu bölümler, o da anlatıcının son derece dandik yaşamından uzak oldukları için. Üsküdar’daki ev sahibi Latif Bey mesela, Hollanda’da yıllarca çalışmış, eşi Flamanca öğrenmediği için memnun, emekli olup dönmüş ve apartman yaptırmış. Çocukları hayırsız, birinin bilmem nesi, diğerinin tefecilerle bir şeyleri, öyle insan hikâyeleri yani, dümdüz. “Onun hayatı bir heyecanın, bir nafile uğraşının, bir kaybedişin, bir hüznün ve en sonunda bir vazgeçişin öyküsüdür.” (s. 31) Ya sanırım metnin en büyük sorunu dümdüzlüğün karakterlerle okur arasındaki en kısa yol olduğu fikrinden midir nedir, onca insan geçiyor hikâyeden de hiçbirinin iç çatışmalarını, şeyleri nasıl gördüklerini, bildiklerini temsil eden anlatı ögeleriyle karşılaşmıyoruz, kişisel tarihçeleri kısaca veriliyor, bitti gitti. E böyle olunca ben öyle bir nafile uğraş, kaybediş falan göremiyorum, birinin hikâyesini görüyorum sadece, anlatılıp geçiyor. Sıklıkla tekrarlanacak bu mevzu, anlatıcı uzun zaman sonra mahallesine döndükten sonra. Ters ters bakıyorlar buna, bir halt yemiş, İlknur’u üzmüş. Remzi Hoca’yla Aysel Hanım’ın kızları İlknur iki yıllık yüksekokul mezunu, bir dişçinin yanında teknisyen olarak çalışıyor, bu zırto bilgiler hiçbir işe yaramıyor İlknur’un betimlenişi gibi. İyi kurulmayacak bir karakterin detaylı betimiyle ne yapmam gerekiyor acaba, buldum, çıkık elmacık kemikleriyle kızın aşırı güvensiz bağlanma biçimi arasında mutlaka bir ilişki var, ikisini tokuşturmalıyım? Neyse, bu kızla anlatıcıyı yakıştırıyor mahalleliler çünkü ikisi de okumuş etmiş, kızın babası da eylemlere falan katılarak solculukla uğraşmış, altı ay hapiste yatmış? Yine bir takoz var burada, Remzi’nin siyasi geçmişini kızının yaşadığı faciaya mı bağlamamız gerekiyor nedir, bana ne yani, hikâyeye ne bilmiyorum. İlknur bir gün dan diye âşık olup olmadığını soruyor anlatıcıya, adam afallıyor, aklından hiç geçirmemiş öyle bir şey. Şu enfes vecizeyi hemen paylaşmalıyım: “Bazı sorulara verilebilecek cevapların tümü insanlar için yaralayıcı ve hatta öldürücüdür. Çünkü öldürücü bir soruya verilebilecek hiçbir cevap, kendi içinde hayat barındırmaz.” (s. 47) Bu kadar etkileyici şeyler yazmak yasaklanmalı, insanlar okudukları şeyin etkisiyle sokakta çırılçıplak koşuşuyorlar sonra. Hayır, âşık değil ama evlenmek istiyor anlatıcı? Nişan mişan, mahalleli mutlu ama anlatıcı mutsuz çünkü İlknur zırt pırt telefon ediyor, birileriyle buluşacağı zaman rapor veriyor, bunalıyor adam. En sonunda nişanı bozuyor, hayatının elinden alınmasını önlemek için yapabileceği başka bir şey yok. İlknur yıkılıyor, bir süre sonra ortadan kayboluyor, anlatıcı da Üsküdar’a taşınıyor, ilk bölüm kabaca böyle.

İkinci ve üçüncü bölümlere şöyle bir değinip bitireceğim. Emin Efendi’yi gömecek yerim kalmadı, şu muameleyle hatırlayalım kendisini, sufiliğini zortlatalım. Anlatıcı bu adam sayesinde bir ara direkten dönüyor, az daha dindar olacaktı, olmadı. Kafayı kırmış meğer: İlknur’la uzun zamandan sonra karşılaşıyorlar, ertesi gün oturup konuşacaklar, evine sevinçle gidince doktorun annesini aradığını öğreniyoruz. Doktora ne vazife, orayı eşelememek lazım. Bomba patlıyor o an, meğer kanser manser değilmiş adam, İlknur ayrıldıkları zaman intihar etmiş de üzüntüden kafayı yemiş bizimki?! Gerçekten müthiş bir falso, şaşkınlıktan amuda kalkmış buldum kendimi. Kitabı bir an önce vereyim, bu nedir ya.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!