Namuslu‘daki müdür Küçümen. Tiyatroya adadığı ömrünü pek güzel sürmüş, coşkuyla yaşamaktan başka bir şey düşünmemiştir. Çocukluğunu geçirdiği Ortaköy bu coşkunun eseridir, elli yıldan sonra tekrar kurar da anılarına hapsetmez böylece, semtin değişen kimliğinin büründürdüğü kaosun öncesinden, 1940’lardan manzaralar sunar. Bildiğimiz mahalle aslında, hayatın yavaş aktığı, herkesin herkesi tanıdığı bir mesken, düşününce gözde canlanması zor. Küçümen için de böyle sanıyorum, Mâlik’i uydurup Ortaköy Camii’nin rıhtımına oturtması gençliği somutlama uğraşından bir nevi, başka türlü o sokaklarda dolanamayacak tekrar. Bölümlerin isimleri klasik müziğin kavramlarından geliyor, her parça için yaşantının hızını belirten terimler kullanmış Küçümen, bir de sevdiği şairlerin şiirlerinden alıntıladıkları var ki edebiyatı keşfettikten sonra büyüdüğünü, alışık olduğu şeylere büyülü gözlerle bakamamaya başladığını söylüyor sonlara doğru. Büyü metinden gelmektedir artık, insanlar biraz daha soluklaşırlar, zaten çoğu Şişli gibi üst sınıfın yaşadığı yerlere veya yurt dışına göçmüştür. Bazılarıyla karşılaşır Küçümen, çocukluk arkadaşlarından birinin Arjantin’de büyük bir tekstil firmasının başında olduğunu duymuştur da ne şans, adamla Paris’in en ünlü tiyatrosunda göz göze gelir. O mu, belki, evet o, janti arkadaşı eşiyle birlikte taksiye binecekken fırlar, kendini tanıtır Küçümen, taksi dehlenir de oturup konuşurlar saatlerce. Türkçeye kırk takla attıran o küçük çocuk çat pat konuşabilmektedir artık, bildiği dillerden sözcükleri araya serpiştirir de, anca o zaman. Sık sık ağlar muhabbet ederlerken, çocukluğu gözlerinin yaşında. Evdoksiya, İspiro, Kirya Yasemina, bunlar keyif saçan simalardır, İspiro Evdoksiya’yla evlenmeden önce nasıl kur yaptığını rakı sofralarında anlatır, güldürür eşlikçileri. “(Evdoksiya’lar 1950’lerde önce Dereboyu’nda yeni yetme bir apartman katına, sonra da ailece Yunanistan’a göç ettiler. Rivayet edenler rivayet kıldı kim, İspiro, uzosunu yudumlarken, ara sıra, ‘Nerde o güzelim rakılar’ der, pikaba koyduğu eski taş plaklarını dinlerken de Evdoksiya ile birlikte ağlarmış…)” (s. 47)
Çok hüzünlü bir anlatı bu, baştan sona “güler yüzlü bir hüzün”, epigrafta Baudelaire’in söylediği türden. Oktay Rifat’ı da anmalı, Küçümen’in dizelerine en çok yer verdiği şairdir, anlatıcı ara sıra Rifat’a seslenir de başka melodi çalmasını söyler bölümün bitmesi için, laf atar da olanların şaşırtıcılığını dillendirmesini söyler.
Savaş, savaşın ertesi, gençlik. Küçümen pek güzel ayırmış yaşamının evrelerini, ben karıştıracağım. Önce ekmeklerin bozulduğu zamanlarda Ortaköy’ün yıllarca balık yediğini öğreniyoruz, balık yiyerek pek hissetmemişler açlığı, tabii bütün mahalle kokmuş, tramvaylara ağır bir koku çökmüş. Köprünün ayaklarının inşa edildiği yerlerdeki yapılar yok artık, oralarda yaşananlardan biri Mâlik’in tenasül maceralarının parlak olanlarından. Üç beş vaka var böyle, genelevlisi ilginç. Muhtemelen kendini sevdirerek para kazanan bir arkadaşı var Mâlik’in, bir gün geneleve gitmek istiyor, Mâlik’i alıyor yanına. Çocuk heyecandan altına işeyecek haldedir, mahallede memelerle, popolarla münasebet kurmuştur ama hiç sevişmemiştir, neyse ki karşısına Ortaköy’ün en güzel kadını çıkar. Dikizliyor Mâlik, genç kadın aşırıya kaçmadan bedenini teşhir ediyor da aklını alıyor çocuğun, kızıl saçlarının savruluşunu rüyalarına sokuyor falan, karşılaştıkları zaman dilini yutturuyor Mâlik’e. Çingene kızla ilişki, eh, günümüzde cinsel saldırı olarak görülürdü, o zamanlar son derece normal. Kız fıkır fıkır, bundan cesaret alıyor Mâlik, kızın itirazlarını dinlemiyor. Yine mahalleden izler çok ama en sevmediğim bölümler bu maceraların anlatıldığı, ergenlik ateşi yaktı geçti ortalığı. Mahalle yanıyor gerçi, Türk olsun, Rum olsun, Ermeni olsun, herkes saatli bombanın üzerinde oturuyor sanki. Bir gece ansızın naralar atmaya başlayabilir dayakçı koca, bozuk Türkçesiyle eşinden bir gecelik seks isteyebilir, mahalleli camlara çıkıp kavgaya karışabilir, öyle şen ortam. Komşunun kızları pencerelerin altına gelip göğüs uzatabilir, Mâlik göğsü emmeye başlayıp ertesi gün daha fazlasını isteyebilir veya oğlanın aklını seksle çelmeye çalışan kızı yüreklendiren bir anne vardır arkada, planını tıkır tıkır işletirken Mâlik’in annesi çıkar da oyunu bozar, gençlerin nişanlanmasını engeller. Gizli saklı işlerdir bunlar, bir yandan da değildir, herkes her şeyi duyar, görür, bilir. Duvarlar inceciktir, yandaki tepişmeler yüzünden kimse uyuyamaz, Yıldız Parkı’nda sotelenen sapıklar gençlerin öpüşüp koklaşmalarını izlerler, mahallenin fotoğrafçısı türlü kokularla, ışıklarla kadınların dirençlerini düşürür, yarı çıplak fotoğraflarını çekip Beyoğlu’nda beş kuruşa satar, neler neler daha. Sapıklar için ayrı bir bölüm var metinde, kimsenin mahalle dayağı yediğini görmüyoruz ama dışlandıkları belli. Dışlansalar ne, yoksulluktan gidecek başka dükkân olmayınca yine sapıkların dükkânlarına gitmek zorunda kalıyorlar ama sopalarını da alıyorlar ellerine, anca öyle. Mâlik de az değil, Fransız profesörün “körpecicik” karısını Kılıçali’den Salıpazarı’na kadar tramvayda kucaklamış, eli bele atmış, bilmem ne. Yani feromon salgılıyor koca mahalle, tutulmayan yok. Erotik bahis bu kadar, rahat ve güzel yaşamlardan seksler dinlediniz.
Bir yanda alafranga şarkılar çalınırken diğer taraf alaturkayı bastırır, çekişme bütün mahallenin kafasını şişirir. Rum çocuklar bayramlarda kapıyı çalar, Mâlik’in annesi kişelemez, beş on para bir şey sıkıştırır çocukların eline. Babası cephede ölmüştür, annesi Balıkesir’de bir Yunan askerinin dipçiğiyle can vermiştir ama başkadır onlar, sevgiyi yaşatırlar. 6-7 Eylül olaylarında serserilerin karşısına dikilir anne, komşularını korumak için hedef şaşırtır, güruhu başka yere yollar. Şarlo nam bir adamın oğlu Hamdullah’ın kısa ve renkli yaşamı: Kabataş Lisesi’nin Fen bölümünü bitirip hemen Fen Fakültesi’ne girmiştir Hamdullah, zeki çocuktur. Gerçekten çocuktur, üniversiteye başladığı yıllarda bile sokak aralarında çember çevirir, bilye oynar, paçavradan toplarla maç yapar. Gecenin köründe mandoliniyle fırlar sokağa, Almanca şarkılar söyler, Kavalalı şoparların bile hayranlığını kazanır. Hor görülmemek ister, cebinden şak diye çıkarıverir talebe kartını, kafaları iyice karıştırır. Bir gün rengi iyiden iyiye solmaya başlar, yüzü önce sararır, sonra yeşerir. Şarlo askerde sıhhiye çavuşluğu yaptığı için oğlunun tutulduğu hastalığı bilir, ilaçları dayar ama daha kötü olur çocuk, hayatını kaybeder. Delilik derecesinde üzüntü, Şarlo’yu herkesin içinde suçlar eşi, adamın kuş kadar aklı kaçar. Bir gün toplar komşuları, mezarlığa götürür, oğluna yaptırdığı süslü mezarı gösterir. Parmaklıklara tırmandığı gibi kollarını açıp yakında kendisinin de oğlunun yanına gideceğini söyler, pardesüsünü açınca yolculuk kıyafeti de çıkar ortaya: bembeyaz bir kefen. Adamın kafayı kırdığını düşünür komşular, üzülürler, teskin ederek götürürler mahalleye. Polis Kemal var, okuldan Mâlik’in arkadaşı. Babası polis aslında, kendi de komünist avına çıktığı zaman polislik yapıyor aklınca da zararsız bir kaçık anlaşıldığı kadarıyla. Savaş yıllarında Türkiye’ye gelen Alman profesörlerden birini takibe almış da casusluk faaliyeti aramış uzunca bir süre, sonra gerçekten polis olmuş, hatta bayağı da bir yükselmiş ama dertli yaşamı alkolle darmadağın olmuş iyice, cenazesine bir avuç insan katılmış. İlginç bir karakter, Yahudilerin bebeklerin kanını içtikleri falan söylenince kızarmış, öyle saçmalık olmazmış çünkü. Savaş sırasında topluluğun ne düşündüğüyle ilgili şu alıntıyla bitireyim, “fukara Yahudiler”in cephesinde durum: “Oysa, asıl o sıralar, o zavallı Yahudilerin kanı içiliyormuş Naziler tarafından! Haberiniz mi vardı? Onlar Auschwitz kampında gaz odalarına götürülürken Ortaköy Yahudilerinin de bundan haberi yoktu ki! İngiliz, Fransız dergilerini, gazetelerini okuyan, Avrupa’daki akrabalarından mektup alan çok gelişmiş Yahudi aileleri kuşkusuz adamakıllı tedirgindi ama onların çocukları da sizin arkadaşlarınız değildi ki bilesiniz!” (s. 96)
Küçümen’in mezarı Nakkaştepe’deymiş, evini tam karşıdan gören yerde, sevindim. Metin dört dörtlük, okunmalı.
Cevap yaz