Mahmut Alptekin – Bir Denizin İki Kıyısı

Alptekin’in öykülerindeki çeşitlilik ilginç, toplumsal hareketlerle sanat akımlarının sıralanmış hali var bu kitapta. Hemen hiç bilinmeyen Alptekin’den bahsetmeli önce, yaşamını öykülerine kattığı da olmuş, geleceğim oraya. 1940’ta doğmuş, 1961’de Bursa Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü’nü bitirmiş, ardından İstanbul Hukuk’ta okumaya başlasa da eğitimini yarıda bırakıp TRT’ye girmiş Alptekin, 1990’larda emekli olana kadar bu kurumun çeşitli kademelerinde görev almış. Şiir kitapları var, Varlık, Türk Dili gibi dergilerde yayımlamış şiirlerini, iki öykü kitabı, bir roman, araştırmalar, derlemeler, geniş bir ilgi alanı. Edebiyat ortamlarına girdiğine dair hiçbir bilgiye rastlamadım, şimdiye kadar anılarda denk gelmedim, bir başına yazıp çizmiş gibi görünüyor. Öykülerine baktığımızda Varoluşçuluk etkisi 1960’larda bariz, Camus’nün metinlerinden bir iki alıntı, bulantılardan mustarip çoğu karakter, yaşamla ne yapacaklarını bilemiyorlar. İntiharı çözüm yolu olarak belleyeni var, Sartre’ın varlığına hiçliğine boğulanı var, tam bunaltı edebiyatı da treni kaçırmış gibi duruyor Alptekin, bizdeki başarısız örneklere on küsur yıl gecikerek kendi öykülerini katmış. Bir ikisi şöyle, “Yalnızlık Duvarı” diyelim, küçük bir mekânda uyanan karakterin sıkıntısı çeşitleniyor. İçi soğukluk istiyor, üşüdüğünü sanıyor ara ara, gözünün ucuyla kapıya bakıyor, ayağının ucuyla terliklerini hissedip yaşadığını fark ediyor falan, duvara vuran gölgeye bakarak yalnız olmadığını kanıtlamak istiyor. İki insan var veya yok orada, limon likörünü kimin sevip sevmediği üzerinden çıkarımlar, sonra masanın üstündeki kitabın kapağında kızılla karanın birbirine uymuşluğu. Bu kadar öykü, Alptekin’in 1970’lerde yazacaklarının toplumcu gerçekçiliğe dönüklüğüne kod. “Tedirgin Kedi” uyumaya çalışan anlatıcıyla ortalıkta gezinen kedinin dön baba dönmesi, uykusuzluk belası yüzünden kedinin hareketlerinden çıkan anlamlar, bir bardak suya muhtaçlık. “Uyuyamıyacağım. Her gece en büyük derdim, uykusuzluk. Neydi, o sözcük? En gerekli şeyin arandığında bulunamaması da neden ola ki? Delireceğim. O sözcüğü bulsam n’olacak sanki? Hiiiççç… Hem de kocaman bir HİİİÇÇÇ!.. Az sonra ya da yarın, hiç düşünmediğim bir zamanda anımsayıvereceğimi biliyorum o sözcüğü? Ama şimdi üstüne düşmem niye?” (s. 11) Kedi o sıra mırnav mırnav dolanmakta, başka kedilerle purlamaktadır, o sıra sözcüğü hatırlar anlatıcı: spleen. Değişen kente, insana, ülkeye dair bir şey yok ama öyküde, anlatıcı sırf dert çağrışımından ötürü kakmış bunu. Kediyi de Poe’nun öyküsündeki uğursuz kediye benzetiyor, kısacası kendi zihniyle cehennemi örüyor etrafına. Bundan sonrasını okumayacaktım açıkçası, kitabı bırakacaktım ama bu hacimde bir kitabı herhalde bunlarla doldurmamıştır Alptekin diye düşündüm, okumaya devam ettim, iyi ki etmişim. Bu havada bir öykü daha, sonra toplumcu damar geliyor. “Kırık Uyku”. Aysel’le Özcan’ın itmeli çekmeli ilişkileri. Özcan âşık, Aysel’i bir oğlanla birlikte görünce lanet ediyor hayata, işine gücüne odaklanıyor. Aysel’in anlatıcılığı üstlendiği bölümde bıyıklarını boyayan oğlanla niye dolandığını görüyoruz: can sıkıntısı. Oğlan takip etmiş bir süre, sinemaya gitmeyi teklif edince Aysel sürüklenmeye başlamış. Giriyorlar, film başlıyor, bacaklarını ve göğsünü elletiyor Aysel, çıkınca oğlana uzatmamasını, tadında bırakmasını söyleyip gidiyor. Kendini affettirmesi lazım, Özcan’ı aramaya başlıyor, bir resim sergisinde rastlıyor şansa. Şarap şişelerinde, yalnızlıklarda hep Aysel’i arayacak, belli, dönmesini istiyor kadın, Özcan’ın başka şansı yok. Birbirlerini aldatabilirler, sonrasında affedebilirler, öylesi yaşamak mümkün. “Dışardaki rüzgârın delidolu çığlığını dinliyoruz ikimiz de. Mevsim, kış. Ne var ki düşlerimiz ılıman iklimlerin sıcağıyla yüklü. Uykularımız kırık değil. Yarın, daha başka acılar bulacağız. Edineceğiz yoksa bile. Buna inanıyoruz.” (s. 39) Bir bu öykü, belki, katıksız yaşamanın anlamını, anlamsızlığını gösterir, diğer öyküler düşe kalka başlar, biter. Bunaltı süreci 1961’de başlamış, 1966’da sonlanmıştır, altı yıllık aradan sonra “Sarıların Memet”le Alptekin’in öykücülüğü bambaşka bir seyir izler. De, önceki dönemin alışkanlıklarından kurtulamamıştır Alptekin, karakterlere uzun uzun tahlil ettirir durumlarını, hani neredeyse spleen ıstırabı çeker köylüler. Nerede okudum ya, hah, Fahri Erdinç’in Diriler Mezarlığı nam kitabında bir öykünün konusu aynı. Memet kendi kendine söyleniyor, köylü olmak zor, hayvanı bir yandan, bağı bahçesi bir yandan. Eşeğini otlatmaya götürdüğü yerde Kel Ali çıkıyor karşısına, hayvanları orada otlatmaması gerektiğini münasip olmayan bir dille söylüyor. Memet münasip olmayan bir tekmeyle mukabelede bulunuyor, sonra hacamat ediyor adamı, cebindeki emaneti çekmeden işi hallediyor ama Kel Ali’nin arkası sağlam. Gerçi arkasına gerek de kalmıyor, Memet dayısıyla takılırken Kel Ali geliyor, belli ki dayıyla adamın araları iyi, çıngar çıkmıyor ama Memet’e ters ters bakıyor Kel Ali, gününü göreceğini fısıldıyor falan. Akşam oluyor, Memet evine dönecek ama oyalanıyor biraz, Kel Ali’nin saldıracağından emin. Taş topluyor, sonra taşın bir işe yaramayacağını düşünüyor, tam bir alık gibi dönüp dururken Kel Ali geliyor, grav grav diye ortaya koyuyor tepkisini. Memet düşüyor, Kel Ali adamın önünde dikilirken yine grav grav, kevgire çeviriyor adamı. Toprak meselesi işte, köylerdeki dert. Bir de zekâ düşüklüğünden mustarip kurgu, karakter. Hayatın olağan akışına aykırı tepkiler derken batıyor öykü, hele yanlış odaklanma yüzünden sakız gibi uzayınca. “Ali’nin Öküzleri” olsun, köylünün Ali’yle bir dalga geçmesi vardır, bitmek bilmez, oysa bir iki geveleme yeterli. Sabahın köründe uyanma sahnesi yine lüzumsuz uzun, Ali’nin kalkıp Asiye’yi uyandırma çabası, sonra kadının üzerine çökmesi köy yaşamından kesitler sunmak içinse tamam, kurguyu cortlatma pahasına. Nedir, Ali dünya para verip öküz almıştır, otlağa götürür hayvanları, ne ki çobanlığı iyi olmadığı için en iyi hayvanının uçuruma fazla yaklaştığını çok geç fark eder, koşup kuyruğundan tutmaya çalışır ama hayvanla birlikte o da yallah aşağı. Köylüler sabahı beklerler zira pek de önemli biri değildir Ali, paramparça bulunduğunda ağlayanı da yoktur eşi dışında. Eh, o kadar alay faslı, Asiye’yle muhabbet ne oldu, havada kaldı gitti. Eksiltmek lazım, olabildiğince eksiltip yontmak öyküyü. Kapatmaktan değil, açıklığı da bulandırmamak için. Osman Şahin, Dursun Akçam, Bekir Yıldız acayip eksilticilerdir, yalın tutarlar hikâyeyi, sırf bu sebepten iyi öykücüdürler. Derken hop, yine atladık, bu kez kasabaya, kente geliyoruz, gözlem ağırlıklı öyküler başlıyor “Yengeç”le birlikte. Hazırlık aşaması aslında bu öykü, günlerin gelip geçtiğinin farkında olan anlatıcı bir şeyleri sabitlemeye çalışıyor, gündelik yaşamı mesela. Fabrika bacaları tütüyor, sur diplerinde sefil hayatlar, gazinolarda kaygısız insanlar. “Sıraselviler’deki Kan Bankası’nı da görüyorum. Kan bağışına gelenler… En çok da kanlarını satmaya gelenler… Ne de kalabalık? İçlerinde tanıdıkları da var galiba. Dur, dur; tıpkı bana benziyor. Ben miyim yoksa? Ama ben burdayım? Hayret! Çapa’daki Kızılay Kan Merkezi’ni de ayırdediyorum. Orda da bir kalabalık…” (s. 58) “Genelev” iyice bir öykü, hani İrfan Yalçın’ın metnine yaklaşıyor. Geride kalan öykülerden birinde hukuk eğitimini yarıda bırakan genç bir karakter var, babasının getirdiği kuma yüzünden eve dönmek, annesini ve kardeşlerini kollamak zorunda kalıyor, Alptekin’in gölgesi. Bandırma’dan binilen vapurun İstanbul’a gelesiye hikâyesi, memleketimden insan manzaralarının öyküleşmiş hali, Basmane’den binilen trenlerin İzmir’in bilmem nerelerinde durması da Karşıyaka’dan karşı kıyıları izlemesi anlatıcının, Ege’den yaşam parçaları. Açıkçası bu üçüncü seyri oluşturan öyküler daha olgundur ilk öykülere göre, kitabı verileceklerin arasına koymazsam o manzaralar sayesinde koymam. Nerede, sahaflarda denk gelinirse alınsın, okunsun Alptekin’in öyküleri, okunmayacak gibi değil arızalarına rağmen.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!