1960 TDK Çeviri Ödülü’ne değer bulunmuş metin, Teoman Aktürel çevirisi. Şarlo’nun kemanıyla gıy gıy eylediği bölümde neşidesinin sözlerini Özdemir Asaf ve Oktay Rifat mı yazmış, bu iki şairin şiirlerini müzikle okumuş Şarlo, çevirmenden ilginç tercih. Matrak. İyi çeviri ama, o kara neşe geçmiş Türkçeye, Şarlo’nun insanlara duyduğu üstü kapalı nefret, aleni sevgi, sokakların soğuğu, zorbaların gücü, sevginin şorlaması, umudun adımları, sonsuzlukla yüzleşmenin korkusu, bir de yalnızlık. Peygamber gibi yürüyor adam dünya üzerinde, menzile kavuşmak için insanlara dokunuyor, kıtaları aşıyor bazen. Rastlantının efendiliğine boyun eğip rastgele adımlıyor kentleri. Filmlerinden potpuri aynı zamanda, evlat edindiği çocuğun kırdığı camları tamir etmek fırsatçılık olsa da yoksulların camlarını kırmıyorlar ya, zenginlerden tırtıklıyorlar. Polis olmuşluğu var, şansının yardımıyla büyük kahramanlıklar yapsa da ona göre değil üniforma, açlık belasıyla baş edecek kadar güç de toplamış, fora. Hangi filminden hangi ânı canlandırıyor, Chaplin’in filmlerini izleyenler şıp diye bulur. Soupault düşünmüş, başlı başına bir insan olsaydı nasıl yaşardı Şarlo, devletle nasıl çatışırdı, kendini insanlar için nasıl feda ederdi, bu yönleri başlı başına serüven demektir, ömür boyunca sürer. Dünyayı güldürün adamın yattığı yere dikilen taşı okuyacaklar için bir giriş aslında, Şarlo’nun ne mene biri olduğunu anlamak isteyenler için. Soupault’nun takdiminden: “Daha yaratıcısı yaşarken, bir kişiyi tek başına ele alıp, kendisine serüvenler yakıştırmak yadırganır belki. Charlie Chaplin’in kendisi görülmedik bir cömertlikle bu girişimi desteklemeseydi, göze alamazdım bu denemeyi.” (s. 7) Metni de Chaplin’e adıyor zaten, çağın ihtiyaç duyduğu bütün değerleri toplamış bir karakterin yaratıcısına saygı duruşu. 1931’deki söyleşisinde Şarlo’nun gönül arkadaşı, üzgün saatlerinin yoldaşı olduğunu söylemiş Chaplin, Amerika’da sinemadan para kazanamayacağını düşündüğü karanlık saatlerden onun sayesinde kurtulmuş. “‘Yollar düşen bu zavallı işçiyi, bu korkak, kaygılı, sıska, içler acısı varlığı doğururken bir yergi yaratmaktı dileğim. Baston onuru deyimliyordu, bıyık kurumluluktu, potinler de ölümlü dünya kaygılarının tüm çekilmezliğini belirtiyordu.’” (s. 7) Soupault dünyanın boğuntusu içinde debelenen “küçük adam”ın önemsiz tarihçisi olmak istemiş sadece, perdede gördüğü karakterin şiirini yazmak, elinden geldiğince canlandırmak sayfalarda, saygıyla anlatmak. Herhangi bir kaynaktan yararlanmamış, sadece sinemadan faydalanmış ki Chaplin’in filmlerini seven herkesin eğilebileceği, fark edebileceği kaynaklar. Belleğin buyruğuna eğilen boyun yani, hatırlanan ne varsa Şarlo’yu kuruyor bu metinde. Gerçek görüntüsünü yazabilmek için biyografi değil de şiir gerekirmiş, Soupault bir yerden yakalamıştır şiirinde de, elimizde novella var sadece. Bir de bizim şairlerimizin şiirlerinden parçalar işte. Asaf’ı bilmiyorum da Oktay Rifat, Melih Cevdet ve Orhan Veli tanışmışlar Soupault’yla, şair Ankara’ya gelince bizimkilerin fakirhanesini ziyaret etmiş. Kimin eviydi o, Oktay Rifat’ın mı, o kadar kötü bir evmiş ki duvarları çıkardıkları dergilerin rengârenk sayfalarıyla kaplamışlar da güzelleştirmeye çalışmışlar biraz. Soupault bizimkilerin şiirlerini pek beğenmiş, kendi ülkesinin şiir görgüsüne sahip olduğunu söylemiş falan, kıvanç duymuşlar. Hoş. Hikâyeyle alakası, eh, şiire bulaşmamış mıdır Şarlo, yaşamıyla ucundan yakalamış gibi görünüyor.
Londra’da, belki Varşova dolaylarında bir çiftlikte, ilkyaz günü, kışın soğuk akşamlarından birinde, bir zaman ve bir yer Şarlo için doğumdur. Bulutlardan mı inmiştir, her fırsatta kafasını kaldırıp bulutlara baktığı için ihtimal dahilinde. Okula göndermişler çocukken, iri yarı öğretmenini hiç sevmeyince kaçmayı kafasına koymuş, arazi olmuş Şarlo, evine el sallayarak veda etmiş. Karanlıkta dolaşmamış o güne dek, öcülerden korkarmış ama saatlerce yürüdükten sonra bir bakmış, önündeki ovanın üzerinde masmavi bir sonsuzluk var, yıldızlar parlıyor, sanki türkü çağırıyor. Öyle bir sessizliği var ki düşüyor insan sonsuza, bir parçası olmak istiyor. “Bir uçtan bir uca dolaşmak istediği yeryüzünü sonsuz büyük, sonsuz güzel buluyordu. Yeryüzünde böyle, özgür, kaygısız, yapayalnız dolaşmaktan bilinmedik bir sevinç doluyor içine, bu ilk gecesinde serseri ruhunun kıpırdandığını duyuyordu.” (s. 12) Ay da çıkınca artık önüne, Şarlo’nun gezisine yıldızlar eşlik etmeye başlayınca istikamet belirleniyor: ayakları nereye götürürse. Korkusuzdur artık Şarlo, engin bir ormanın bütün kokularını içine çekmekten, pınarın suyunu kana kana içmekten usanmaz, hani içine yerleşen gezme arzusu olmasa orada ölene dek yaşayacaktır ama ilerideki tepeye tırmanmış bulur kendini, başka bir ovanın çağrısını duymuştur, yine el sallayarak bırakır ardında cenneti. Deniz, orman, tepe, ova, Şarlo büyüyor gitgide, zorluklarla nasıl mücadele edeceğini öğreniyor, dünyaya karşı dik durmaya hazır. Kent bambaşka bir yaşam alanı, tanıdık değil, Şarlo çaldığı ilk kapıdan kovuluyor ama kovulmanın ne demek olduğunu bilmediği için üsteliyor, kıçına tekmeyi yiyor. Daha çok yiyecek, insanların acımasızlığını yediği paparalardan, tepiklerden öğrenecek ama gücü tükenmeyecek. Eşyalarına böyle böyle kavuşacak ayrıca, çöpleri karıştırıp bir iki ekmek dilimine rastlayınca karnını doyurduğu gibi eski püskü, biraz ezik bir melon şapkayı da kafasına geçirdi mi üçte biri tamamdır adamımızın. “Kentli saygıdeğer baylarla bir tuttu kendini. Bir çift de eski kundura buldu. Pek kötü sayılmazdı. Onları da giydi. Bir iki ekmek kırıntısı bulup yedi.” (s. 20) Üçte iki. Karnı doymuyor, gidip adamın tekini taklit ediyor, adam restorana, adam sipariş veriyor, yemeye başlıyor, Şarlo cebinden parayı çıkaramayınca onun gibi, şepeşileyi yiyip yallah sokağa. Üstü başı berbat ama yıldızlar hâlâ tepesinde duruyor, yol arkadaşları onu terk etmedikçe umudunu yitirmeyecek.
Sonrası serüvenlerle dolu. Bir bastonu olsa her şey daha kolay olacak, baston bulana kadar kentli olmanın tadını çıkaracak yine. Çıkaramayacak, tuttuğu işlerde dikiş tutturamıyor, aylaklıkta karar kılıyor, yollarda sürtüyor, tezgâhları dikizleyip bir iki yiyecek çalıyor, avare. Kilisenin kumbarasını çaldığı zaman biraz rahat edeceğini düşünüyor ama bakıyor ki papazın güzel kızı ağlıyor, sakladığı yerden çıkarıp veriyor kumbarayı, kızın gözünde kahraman oluyor. Polisliği bu sırada işte, serserinin tekini hacamat edince iyice göklere çıkıyor ama belalı iş, bırakıyor. Parası yok, aylaklık. Parası var, hemen yiyor, cebinde metelik kalmıyor. Kızın tekini mi kurtardı, birlikte aylaklık ediyorlar ama o klişeler ortaya çıkıyor sonra, bir ressam bunları model olarak tutup resimlerini yapınca zengin annesi on yıldan sonra buluyor kızını, ağlayarak sarılıyor, zamanında birbirlerini yitirmişlerse de kavuşmalarına vesile oluyor Şarlo, mutluluk dağıtıp kendi yoluna dönüyor. “Doğrusu hiç sevinçli değildi Şarlo. Koşulların oyuncağı. Dilediğini yapamayacak olduktan sonra… Alınyazısıyla, kendisiyle didişip durması gerekiyordu hep. İnsanların kimi hırçın, kimi iyi yürekli. Ama hiçbiri ile anlaşamayacaktı ki. Ne şarlo onların ne istediğini, ne de onlar Şarlo’nun ne dilediğini anlayacaklar…” (s. 39) Yaşam bir ırmak gibi uzanıyor önünde, Şarlo sonuna kadar gidecek, ta Amerika’ya. Gemiye atladığı gibi göçmenlerin yanında yer buluyor kendine, denize kendini tuttura tuttura New York’a varıyor. Gemide tanışıp evlendiği kadın ansızın terk edince bir başına, hayatının sonuna kadar aynı döngüye mahkum. Şimdinin sınırları yok, geçmişte zaten bir şey yok, ilerisini de düşünmeyince ayakları birazcık yerden kesiliyor adamımızın, bir sirke girip çalışmaya başlıyor da sevdiği kız cambaza âşık olunca yine bir başına kaldığını anlıyor. Yaşlanacak, bastonunu son kez yaslayacak yeni yatağına. Güldürü bitti, novella bitti, iyi bir hikâye kaldı okurun aklında.
Cevap yaz