Zoran Živković – Başka Zaman Kütüphaneleri

Altı kütüphanenin eline teker teker düşen altı anlatıcı ya da bir kütüphanenin altı görünümüne çarpıp altıya bölünen bir anlatıcı, hangisi olursa olsun insan kütüphanelerde çoğalıyor, azalıyor, hapsoluyor, bağımsızlığını ilan ediyor. Kütüphanelerde bir şeyler oluyor, kitaplar öylece dururken insan kuruyor da kuruyor. Kitaplardan evlerin yapıldığı, dünyaların çatıldığı kurgular insanın yaşamdaki seyrine bağlanıyor bir yerde, eğer kütüphaneye düşmüşsek bunu yaşamımıza borçluyuz. Bu, yaşamımız yüzünden. Biraz yaklaşınca kâğıtları ceketinin boşluklarına tıkan adamın hikâyesini görürüz, soğuğa karşı en etkili yalıtım malzemesi gazete kâğıdıdır ona göre. Biraz uzaklaşınca bir kitabı yazmak için ömrünü feda eden adamın hikâyesini görürüz, başarısızlığı yaşamını dolduran bir başarıdır ona göre. Bir yerde kitapları uç uca ekleyince ortaya çıkacak manzarayı dikizleyeceğimizi düşünürüm, sağa sola verdiğim, dağıttığım her kitaba mührümü vururum ki ben öldükten sonra biri hepsini bulmak için sonuçsuz bir arayışa başlasın. Binlerce kitabın izini sürmek bu, köylere kadar gitmek hatta ormanlara, kızın biri Beigbeder’nin öykülerini okumuş da unutmuş sonra. Araştırmacı, ormanda bir ağaca dayanmış kitabı arıyor, koleksiyon için son parça. Elimde tuttuklarımla birleştirince ömür çıkıyor ortaya, okumaya başladığım ve okumayı bitirdiğim tarihleri başa ve sona yazdığım için boşlukları doldurmaca aynı zamanda. Dört gün kayıp, o dört günde hangi dört kitap okundu? Hikâye eksiklerden ve elde bulunanlardan çıkar, notlardan, kapaktaki kırıklardan, sayfaların arasına girmiş kirpiklerden -kirpiklerimi yolarım bazen- kaş kıllarından -kaşlarımı hışır hışır karıştırırım, dökülen kılları üflerim ama birkaçı mutlaka kalır- deri parçalarından -herkes kadar dökerim derimi, ölü parçalar- kalemin bıraktığı izlerden -çevirirken düşürürüm kalemi, sayfada noktalar belirir- hiçbir şey çıkmayacak, sıradan okurun geride bıraktığı sıradan izler. Sessizlikte bir uğraş. Böyle sessiz sessiz ölüp gitmek çok iyi. Umarım bunun sonrasında kitaba dair hiçbir şey olmaz. Metne, edebiyata, sanata dair. Şu ne saçma. Çizgiler var, anlam var. Tam bir hastalık. Su kenarında taş asıl anlamlı olan, evrenin geri kalanıyla uyumlu. İnsan evrenin kendini anlama yoluymuş, peh. Neyse, “Sanal Kütüphane”. Bayık fikirlerden kurulu metnin ilk bölümü. Kitaplarla ilgili bir kurmaca ne kadar ilginçse bu da o kadar ilginç, kitap delileri sevecektir bu metni, ölüp biterler çünkü kitaplara. Varlıklarının biricik anlamını kitaplarda bulmuşlardır, acılarını dindirmektedir kitaplar, yalnızlıklarına çare olmaktadır, kederlerini zortlatmaktadır, mutluluklarını daim etmektedir, kafaya piyano düşürmektedir, gözleri bozarken aklı sağaltmaktadır. Hayatı katlanılır hale getirmektedir? Ruhu inceltmektedir! Sağda solda ince ince ruhlar. Nasıl kaçıyorum ama, bir de heyecanlı heyecanlı konuşuyorlar. Heyecanlarını bana bulaştırıyorlar, kendime çifte su verip sabrediyorum. Mahrem bir rezillik olmalı bu, kimse bu türünü açığa çıkarmamalı. Madem başka çare yok, herkes bir kitaplıkta kaybolup gitmeli. Kitaplık sanalından olsa dahi. Cehenneme dönüşmüşse. Türevleri çok, hiçbiri yirmi yıldır rafta bekleyen, yerinden kıpırdamamış bir kitabı anlatamaz. Bu kitabın hikâyesi yok. Ağır ağır çürümenin. Živković hareketli öyküleriyle kütüphanenin başa açtığı dertleri çeşitlendiriyor. 2000’li yılların başında veya 90’ların sonunda yazılmış öyküler, internet çok yeni. Anlatıcıya bir dünya e-posta geliyor, hani Mozambik prenslerinden birinin kurtarılması için gereken bin papeli ödememizi söyleyen e-postalar, Tobago’da arsa alırsak M&M zengini olacağımızı, bunun için acilinden beş bin papel yollamamız gerektiğini, dolup taşıyor posta kutusu. Adres değiştiriyor anlatıcı, sonra sanal kütüphane musallat oluyor. Dünyadaki her yazarın her kitabı var, öyle ki yazarların muhtemel ölüm tarihleri ve o tarihlere kadar yazdıkları kitaplar beyaz beyaz parlıyor. Anlatıcı şaşırıyor, ne demek yani, ve hemen korsan faaliyetleri için uyarıyor kütüphanenin sahiplerini zira ne zaman öleceğine dair altı tahminden, yazdığı dört kitaba eklenen on küsur kitaptan çok daha şaşırtıcı mevcut kitaplarının bedavaya dolaşıma girmesi. Bir kere giriş yaptıktan sonra bir daha giremeyeceği söyleniyor anlatıcıya, gerçekten de kendi adını bir daha bulamıyor, sanki hiç var olmamış gibi. Ekranda var olmamanın yaşamda var olmama anlamına gelmesi. Site sahibinin attığı e-postaya göre anlatıcının yaşam dallarının nereye ulaşacağı belli değil, bu yüzden on kitap veya iki kitap daha yazabilir, ne zaman ölürse o zaman yazmayı bırakacaktır zira gelecek tam olarak kestirilemiyor. Bu kadar, öykü bitti. Tuhaf bir durum, herhangi bir mizah tonu yok ya da çeviride kaybolmuş, ipe dizilen olaylar. “Ev Kütüphanesi” posta kutusundan çıkan Dünya Edebiyatı serisinin bitmek bilmemesiyle ilgilidir. Anlatıcı her gün bir cilt bulur, ciltleri evine taşır, boş alan yaratmak için kişisel eşyalarını, evin kişisel eşyalarını, hayatının kendi eşyalarını ortadan kaldırmaya başlar. Kitapların gelmeye devam etmesi evin giderek genişlemesine yol açar mı, okurun elinden öper ama şu kesin: anlatıcı kırk dört basamak sayıyor evine çıkarken, inerken kırk bir basamak. Üç basamaklık kaybın üzerinde durmuyor ki ev genişleyip daralabilsin, kitaplar giderek çoğalsın, uzam yabancılaşsın. “Uzun yıllar önce, bu dünyanın açıklanamayan mucizelerle dolu olduğunu fark etmiştim. Bu tür şeyleri açıklamaya çalışmanın hiçbir yararı olamazdı. Açıklamaya çalışanı da büyük bir mutsuzluk bekliyor demekti. Ayrıca bir insan neden gereksiz yere mutsuz olsundu ki? Olağandışı şeyler, hiçbir açıklamaya gidilmeksizin, oldukları gibi kabul edilmeliydiler. Bu tür şeylerle yaşamanın en kolay yolu da buydu.” (s. 28) İnsan hakkında konuşuyor bir yandan. Kitapları taşımaya başlayınca kendisi de bilinmezliğin bir parçasına dönüşüyor, dinlenme sürelerinden odayı baştan başa doldururken yaşadığı sıkıntıya sıyrılıyor dünyanın bilinen tarafından, fizik tedavülden kalkıyor. Kitapların işgalinden nasibini almayacak bir tavanları görüyor ama askılı rafları düşünmüyor, yer çekimi bu konuda dost olmasa da aşılabilir. Son kitabı da yerine yerleştirdikten sonra geriye bir iki adım atıp eserini inceliyor anlatıcı, dünyanın bütün edebiyatı gözünün önünde, kusursuz bir küp şeklinde. İşe gidip geldiğinde elini posta kutusuna atıyor, elbette yeni bir kitap var, kusursuzluk mümkün değil. “Gece Kütüphanesi” anlatıcının bir kütüphanede kilitli kaldığını düşünüp panik yaptıktan sonra çalışanlardan biriyle karşılaşmasının, ardından dünyadaki bütün insanların yaşamlarının raflara dizili olduğunu öğrenmesinin öyküsüdür. Yaşadığının gerçekliğinden emin olamaz, dışarı çıkıp binaya tekrar baktığında, o da nesi, çıktığı yerin baktığı yerle alakasının olmadığını görür. Yaşadıkları hayal midir, ne biçim bir olaydır o, meğer ki şemsiyesi içeride, bıraktığı yerde durmasın. “Cehennem Kütüphanesi” her çağın ayrı bir cehenneminin olduğundan bahsediyor, günümüzün cehennemi kütüphane, okumayanlar için tabii. Okuyanlar için başka bir şeymiş gibi. Ceza değil gerçi, “terapi” diye geçiyor, cehennem memuru mekânı tanıtırken bibliyoterapinin nimetlerinden bahsediyor. Lanetinden de. Bir kütüphaneyi atlıyorum burada, son kütüphane “Soylu Kütüphane”nin kaybolmayan kitabıyla ilgili. Deli okur pratiklerinden biri elemektir elbet, soylu metinleri soylarına göre sıralarız, en iyiler kalır, cort bir kitabı kütüphanede tutmak istemeyiz. Ne kadar istemesek de kalır ya sağda solda, bu öykünün kitabı anlatıcı kaç kez atarsa atsın hep aynı rafta beliriyor. Kabus. En sonunda yiyor kitabı anlatıcı, “Sanal Kütüphane”nin tadı bir şey, “Ev Kütüphanesi”ninki başka bir şey, her cehennemin kendine özgü tadı. Ayrıca üstlü altlı kurmaca, kıps. Yani kütüphanelerle ilgili kurmacalar zaten sıkıcıdır, o bunaltıyı hiçbir kurmaca veremez, beyhude çabalamadır, Živković’in metni de aynı ölçüde yüzeysel. Edebiyata giriş için ideal, o kesin.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!