İzel Rozental – Moda Sevgilim “Yeniden”

Üzgünüm, çok eğleniyorduk ama. Gerçi bizden şikayetçi olduklarını sanmam, biramızı alıp balkonda takılıyorduk. Sağa sola kaynamadık ama öküz gibi bağırdığımız olmuştur, kusmuşuzdur, ağız burun kayık yattığımız vardır. Yirmi küsur yıl önce öyleydi, mesela okuldan çıkınca Küçükyalı’ya inmeyeceksek Kadıköy’e giderdik, yolda şarapları alırdık, yallah Moda’ya. Balkon şu Moda Çay Bahçesi’nin ilerisindeki köşe, orada takılırdık veya daha da ileriye, Moda 2’ye giderdik. Hafta sonuysa stüdyodan çıkıp sahile, kayalara. Altmış yıl önce aşırı sakin, Moda Deniz Kulübü etrafında şenlik var bir, sokaklar sessiz. Bomba gibi düşmüşüzdür, düşününce. Kafeler barlar açılmış, sonra gençler yığılmış oralara, polis arabaları doluşmuş. Polislik olmadık da suçluluk hissettim şimdi, kaç yıllık sakinlerin sokaklarını doldurunca yabancılamışlardır. Gevezelik tamam, Rozental’ın güzel Moda’sına gelince kaybolup giden insanların, mekânların yası tutuluyor ister istemez. En çok o tekil bakışın derinliğinden görünenler etkiliyor, yani topyekun bir tarihçe değil de gençliğinde sandalla denize açılıp Kınalıada’ya doğru sürüklenen, Kulüp’ün etrafında takılıp eğlenceyi uzaktan izleyen, Saint-Joseph’te öğretmenlerini delirten gencin anıları sokak sokak genişleyen bir araştırmadan çok daha iyi. Benim için. Semtin, yaşam alanının insanda bıraktığı izi daha bir merak ederim, istediğimin tam karşılığı bu kitapta. Fazlası öyküler olsun, Rozental’a kurgulayıp kurgulamadığını sormuşlar da her hikâyede olduğu kadar kurgu var, anlatılanlar muhtemelen o kadar düzenli bir sırayla gerçekleşmemiştir, insanlar öykünün dinamiklerinin ötesinde tepkiler vermişlerdir, yine de gerçeğe olabildiğince yakın bir manzara çıkmış sonuçta. O zaman bu bir kişisel yaşamdökümdür, kısmen öyküdür, anıdır, karmakarışık bir toplamdır. Başlangıcı 1974’te, Rozental annesiyle babasının ayrılmasından sonra Büyükada’yla Caddebostan’a gitmiş sıklıkla, anneyle baba arasında seyir. Tayfa Moda’ya uzaktan bakıyor anca, orada film yıldızları, ses sanatçıları falan, dönemin bütün meşhurları yaşıyor sanki, öylesine büyülü bir yer. Tayfa büyüyor yıllar içinde, aşklar meşkler başlıyor, Moda’nın kızları hayallere giriyor. Bir gün vapurla oralarda dolanırken yine kızlardan bahsediyorlar, kulak misafiri olan bir çocuk, “Moda kızları size mi bakacak!” diye fiştekliyor. Kavga çıksa çıkar, Rozental öfkesini bastırıp çocukla konuşmaya başlıyor. Lukas, gitar öğretmeninin oğlu, Moda’da herkesin tanıdığı gençlerden. Atina’ya taşınacaklarmış kısa süre sonra, Kıbrıs’ta olanlardan sonra Tünel’deki müzik dükkânlarını kapamışlar. Öyle bir karşılaşma, sonra Ayla Dikmen’in sahnesine dikiz, sandal sefasında küreğin zımbırtısı kırılınca açığa sürüklenmece. Ergenler hayatlarını en yüksekten yaşamışlar, unutamazlar. Anıydı bu, pek çok insan geçti yazıdan, bir sonraki metin genellikle bu anılarda bahsi geçen kişilerin öyküsü, sıralama bozulmuyor. Lukas’ı yaşlı haliyle göreceğiz öyküde, eski evinin bahçesindeki ağaçların dibini kazarken kapıcı mı, bekçi mi, birine yakalanacak da muhabbete dalacaklar. Moda’nın 1960’lardaki hali bu kez, Tula Teyze’nin aldığı misketler, mahallede çakıştırmacalar, rengârenk cam parçalarından koca bir çocukluk. Kırılma noktasında dehşet var, alt kat komşuları Yavuz Bey’in uyarısıyla panikleyen büyükanne ilk kez bahçe kapısının zincirini takmaya koyuluyor ki tatile gittikleri zaman bile şöyle bir kaparlarmış, o kadar. Gürültüler gelmeye başlıyor, insanlar öfkeyle dolanıyorlar sokaklarda, kırıp döküyorlar. O sıra Lukas ağzındaki bilyeyi yutuveriyor, o hengâmede doktora koşturuyorlar bir de. Doktor, esnaf, komşu, mimar, önemli kişilerin evlerinin fotoğrafları var, suretlerinin de var, görsel kayıtlar zengin. Sami Efendi kapıdaki, Lukas’la konuşurlarken ağacın dibinde hiçbir şey olmadığını söylüyor, Lukas’ın aradığının cam bilyeler olduğunu düşünmeyerek üzüyor yaşlı adamı ama mevzuyu öğrenince heyecanlanıyor, bodruma çağırıyor adamı, şişelerine kapak yaptığı misketleri gösteriyor. Yıllar sonra çocukluğuna kavuşuyor Lukas, ne sevinmiştir.

“Moda’da İlk Aşk”, ah be. Hayatımda ilk kez Moda’da öpüşmüştüm, âşık olduğum kızla, alakasızca canlandı bir an. Neyse, Tanya var, anlatıcının ilk sevgilisi, tam dönem ilişkisi yaşamışlar resmen. Kız Suadiye’de tren istasyonuna yakın bir evde yaşıyor, oğlan Caddebostan’da, hemen her gün görüşüyorlar. Bir gün Moda Sineması’na gitmeye karar veriyorlar, sekiz kişilik Kadıköy dolmuşunda yan yana oturdukları zaman anlatıcının içi gidiyor. İskelede iniyorlar, Mühürdar’da yürüyorlar, henüz yabancı bir semt orası. Ne tuhaf elli yıl öncesinin caddelerinde el ele yürümek şimdi, insanların heyecanları ne ölçüde benzer acaba. Moda’ya vardılar, Ayla Dikmen’i dinlemeye başladılar, o sıra Tanya’nın akrabalarına yakalandılar. Şanssızlık. Kız telaşlanıyor, uçarcasına eve dönüyorlar da haber çoktan gitmiş, anne kızı bir haşlıyor, fena. Muhtemelen babasının yanına, Ankara’ya yolluyorlar kızı, bir daha görüşemiyorlar. Mahalleye dönerlerken Bıyık Veli’nin taksisine biniyorlar ki bu adam bir sonraki öykünün kahramanı, gerçek bir centilmen. Tüccar Selim Bey’in verdiği elle arabasına kavuşan, işini gücünü tutturan Veli’nin Moda ahalisinin ulaşımını sağlamasının yanında efendiliği, bol gönüllülüğü var, akıllara kazınmıştır. Arabası eskise de her gün öğrencileri alıp okullarına bırakır veli, mahalleliyi gitmek istedikleri yere götürür, her an herkesin emrine amadedir. Nedir, Selim Bey’in sekreteriyle kaçmasından sonra çok sevdiği ailenin yanında olacak, biriktirdiği bütün parayı Selim Bey’e borçlu olduğunu söyleyerek, biraz da tutulduğu için Liz Hanım’a verir, böylece emekliliğini bayağı bir ötelemiş olur ama gönül borcunu öder. Güzel insanlar var bu metinlerde, matematiği sevdiren kolej hocası olsun, Mustafa Irgat olsun, çeşit çeşit. “‘Evlenmek istiyoğum!'” diye haykırırmış Irgat okulda, öğretmenin kızına mı âşıkmış ne, hikâyesi var. Komiser Kolombo tarzı bol bir pardösüyle sınıfa girer, ceplerinde yassı kanyak şişeleri gizlermiş. Senih Tongsir var, tarih öğretmenleri, Küçükyalı Belediye Başkanlığı da yapmış zamanında. Belediye binası da kalmadı gerçi, Küçükyalı’nın 1980’den önceki halinden pek bir şey yok. Evet, genç bu çocuklar, müzik yapacaklar. Aynı orkestrada çalmasalar bile Fuat Güner’i tanıyor Rozental, Ahmet Güvenç’le o yıllardan tanışıyorlar, yeteneği olsaymış oradan devam edermiş ama karikatüre gönül vermiş. Çizdikleri yüzünden başının beladan kurtulmaması, hediye midir, lanet midir, yıldızın parlamasıdır demeli belki.

Evlilik ve Daryo’yla bitireyim, en güzel yerinde. Birbirlerini beğenmişler, gidip Koço’da mıydı, yemek yedikten sonra yürüyüşe çıkıyorlar, kadın başta umut vermiyor ama adamın niyetinin ciddi olduğunu öğrenir öğrenmez ışık hızında gerçekleşiyor her şey. Kalabalık davetlerden kaçınıyormuş adam, kaçınsın, ilkelerden taviz vermek de bir nevi delikanlılıktır. Düğün elbette Moda Deniz Kulübü’nde yapılıyor, Daryo çok sevdiği kızını evlendiriyor yani, başka türlüsü olamaz. Özdemir Erdoğan sahnede, adamın istediği şarkıyı çalmayacakmış gibi yapıp tam dans başlarken orkestrayı susturarak terletiyor adamı, sonra şarkıya bir giriyor, of. Sonrasında bir yaşam hikâyesi ama ne yaşam, Daryo tam bir efsane. İkinci Dünya Savaşı sırasında Bulgaristan’dan hareket eden, Yahudileri taşıyan gemi Türkiye’ye yanaşamayınca Hayfa Limanı’na gidiyor, kardeşler orada buluşuyorlar. Abisi İsrail için savaşırken Ürdün ordusunca esir alınıyor, zar zor kurtarıyor Daryo, fırtına dinince İstanbul’a geliyor ve Moda’ya yerleşip herkese sevdiriyor kendini. Haldun Taner de tanırmış, Cemal Kutay da tanırmış, civarda sevmeyeni yok. Deli gibi içip sağlam dönermiş evine, balıkçılığı acayip ki Modalılar balığa para vermezmiş zaten, her biri balığını kendi tutarmış, Daryo’nun yaşamı çok şenlikliymiş ama o hız aniden kesilmiş, hastalık bedenine hızla yayıldığı için. Ne insanlar, kişisel tarihler daha çok yazılmalı.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!