Gülçin’in öyküleri iyi çalışılmış öykülerdir, makine gibi tak tak tak işler hikâyeyi. Karakter olay örgüsünde kurulur, olaylar akıp gider, karakter geri kalmamak için koşturur. Hızlı hikâyeler. Değişmeyen format. Sürpriz için twist var bolca, aşırıya kaçan eylem var, finaller final gibi. Kısacası yeni bir şeye rastlamıyoruz öykülerde, derin hikâyelere de rastlamıyoruz, bir ânın genişletilmesi için gereken geriye dönüşler de ana hikâye çizgisinin aceleciliğine sahip. Üslup her öyküde rahvan gidiyor, farklılaşmıyor. Kısacası işliyor öyküler, istikamet tutturulmuş da gidiyor. Giden öyküyle yetinecekler için dört dörtlüktür, başka bir şey arayanlar için iki veya bir dörtlüktür. İstikameti belli öyküyü sevmediğim, falsolu sonlardan da hiç hazzetmediğim için hemen Lydia Davis’e döndüm, ne zaman beğenmediğim bir şeyle karşılaşsam Davis’e dönüyorum. Bir müddet daha buradayız ama, öykülere bakalım: “Horoz Şekeri” geldiği yeri unutan bıçkın bir dallamanın kafasına sopayı yiyince çocukluğuna dönmesidir. Gülçin atmosferi altlık yapar, karakterleri atar ortaya, tokuşturur. Hıza, ortama örnek olsun: “Yer yer kararmış aynaya bakarak, eline bolca sıktığı limonu saçlarına yedirdi. Sık kara bıyıklarını arka cebinden çıkardığı, dişleri eksik tarakla düzeltti. İçeriden gelen öksürük sesine kulak kabartıp, içinden kalayı bastı. Tavanları basık, günışığına hasret odayı kesif bir sirke kokusu doldurmuştu.” (s. 9) Odanın kaç tavanı var bilmiyorum ama nesnelerin ayrıntılarına sıklıkla rastlarız, misal bir sigara yakıldığında çıtırtıları diyalogların arasına karışabilir, çocuklar top oynuyorlarsa dizlerdeki yara bantları bahis konusu olabilir, Gülçin inceliklere dikkat eder. Adamımız evden çıkarken divanda yatan hasta çocuğu, çocuğun alnına “iyi öpülmemiş” dudaklarını dayayıp ateşi ölçen kadını umursamaz, basıp gider, hikâye dışarıda olduğu için karakterin evdeki gaddarlığını göstermeye bu kadarı yeter. Mustafa’nın hesabını kesecektir adam, kahvede çayını içerken karşısına çöken Musa’nın da kesecektir. Çocukken birlikte su satmışlıkları önemli değildir, geçim derttir, çocukluk arkadaşlarının parasına konmaktan çekinmez adam. Musa sinirlenir, kahvenin kapısını çarpıp gider. Ne olacaktır, Nalan’ın dolgun kalçalarını falan özler adam, şoförlerin kâhyası olduğu için bey gibi dolanır ortalıkta, Mustafa’nın durağa erken gelmesine laf söyler. Akşam olduğunda meyhaneye, kimse yüzüne bakmazken oturur masasına, içmeye başlar. “Rakısını bardağın yarısına kadar doldurdu. Buz ekledi. Bardaktaki sıvı dalga dalga beyaza kesiyordu. İçine çekti anason kokusunu. Kıskanıyorlar beni, diye düşündü. Keşke babam da görseydi bu günlerimi. Herkes önümde el pençe divan.” (s. 12) Sıkıcı. Henry James’ten mülhem, sofra anlatan bir şeyler yitirmeli. Karakterin tahkiye parçası iç monoloğa ayrıca dayanması, meh. Yeme içme bitti, adamımız dışarı çıktı, elbette Musa onu bekliyor, elbette parasını istiyor, alamıyor ve elbette yıldızları görüyor. O da nesi, aklına gelen son şey, öykünün son bölümü Musa’nın yirmi beş kuruş verip arkadaşının horozlu şeker almasına yardım etmesi. Hisli. “Günah” yine öyle, son cümleyi inşa etmeye ayarlı hikâyesiyle diğerleri gibi bir öykü. Bu konsept üslup meselesi atölyelerden mi çıktı acaba, merak ediyorum, “Bu böyle iyi kardeşim, icat çıkarma,” mı diyorlar ne diyorlar, az alengir görünce cinleniyorlar mı, öykü yazarları “evet efendim sepet efendim” çekerek tık tık tık yazıyorlar mı ne yapıyorlar, değişik. Amerikan öyküsü de genelde böyle mesela, üslup açısından inanılmaz sıkıcı, başka ögelerden nakavt ediyorlar. Evet, bu öyküdeki anlatıcı karakterle diğer öykülerdeki tepeden anlatıcıların sesi aynı, şaşırmıyoruz. Yine dışarıdan içeriye hızlı kurulum, dışarıda yağmur şiddetini artırırken içeride oda beyaza kesiyor, şimşekler yıldırımlar, anlatıcı çocukluğunda Hatice ablasının göğsüne başını bastırdığını hatırlıyor. Şövalede yarım kalmış resmi var, deniz manzarası, karşısına oturuyor. “Resmi asla bitiremeyeceğim, aslında o hiç inanmadığım sanatçı kitlenmesini mi yaşıyorum? Oysa çizmek, kendimi olduğum gibi hissettiğim tek eylem. O çarpık çocukluğumun, tek ölçüsü günahlar olan kötü mimarı babamdan, yasaklarla örülü çocukluluğumdan, tek kurtuluş anahtarı.” (s. 15) Karakterin çocuğu yok bu arada, yanılmayalım. Bunun yanında kesin, şak şuk konuşan karakterler, neyi yaşadıklarını harfi harfine bilen karakterler, hiçbir şekilde yanılmayan, duygularını mükemmelen analiz edebilen karakterler, net karakterler, “Bende olay bu, şimdi buna göre takip edin hikâyeyi zira hiçbir şey değişmeyecek,” diyen karakterler, beton karakterler, canım karakterler. Bu çocuğumuz babasından çok çekmiş, uçan kuşta günah bulan baba vaazlarından döndüğünde oğlunu resim çizerken bulursa demediğini bırakmaz, odaya baskınlar düzenlermiş ki cehenneme gidiş biletlerini bulup yok etsin. Sınıftaki çocuklar arıza, Hatice Abla veya Hatice abla -iki türlüsü de geçiyor metinde- etkisiz eleman, baba zaten terminatör, oğlan güzel sanatlar fakültesinin bahçesine atıyor kendini, sevdiği kişiyle orada karşılaşıyor. Bu kişinin bölümü öyküye tepeden düşmüş gibidir, dan diye girip dun diye biter, hani aşk olmadan resim sevdası palazlanmayacakmışçasına. Adamımız resmi yapmaya başladı, bu bir zafer, Hatice’nin telefonda verdiği vefat haberi başka bir zafer. Gelmesini bekliyorlarmış, o yüzden cenazeyi bekletiyorlarmış da oğlanın cevabı şrak diye patlıyor ölü babanın yanağında: ölüyü bekletmek günah, hemen gömmeli. Ee, sen oğlanın her şeyine günah damgasını yapıştırırsan o da işte böyle. Ya. Etme bulma dünyası. Adam sanatçı. Durur mu, çakıvermiş lafı. Kırpıp kırpıp yıldız yaparlar. “Ya tutarsa?” demiş. Olur böyle şeyler yani. Özgür Çakır’ın Yükşehir‘inde de vardı böyle bir öykü, müzisyen oğlan yıldız oluyordu da babasına ters takla attırıyordu. Helal olsun çocuklar, nasıl yapıyorsunuz bilmiyorum ama babaya resti çekip gidin sanatçı olun.
“Hiç Kimse” biçimi itibariyle diğerlerinden farklı, kısa bölümlerden oluşan, yine ters köşe yapan hoşça bir öykü. Ses değişiyor bari, oradan hoşça. Da, anlatıcı ucuza kaçıp lombozsuz bir kamara tuttuğunu söylüyor, öykünün sonunda denizkızının lombozundan içeri süzüldüğünü görüyoruz, olmuyor. “Sıla” da iyicedir, köyünden kalkıp gelen Yakup’un süper bir tesadüfle ayvayı yemesini anlatır. Sarı, mor, yeşil, kırmızı bayrakların sallandığı bir eylemin orta yerine düşer Yakup, eline sıkıştırılan broşürde birilerinin haklı oldukları, kazanacakları yazmaktadır, tabii hiçbir şey anlamaz bundan ve yoluna gider. Memleketinin ezgisi kulağına çalınır gibi olur gürültünün içinde, bilmeyiz neden. İki haftadır şehirdedir, karısının ciğer ağrılarına çare bulmak için oradadır. Süper bir çare bulur gerçekten, hastanede çalışan hemşerisinin lafını dinleyerek mezar hırsızı olur, milletin altın dişlerine çökmeye çalışır. Nedir, gecenin körü mezarlardan birine dadanır, kazar, ayağını çatırt diye kaptırıverir mezara. Can acısından delirecek gibi olur, kendinden geçer, uyandığında başında dikilen bekçileri görür. Karakola götürüldüğünde daha iyi, karşısındaki parlak rozetli adam cebindeki broşürü çıkarır, bizimkini komünist diye aşağılar, dirileri kandırdığı yetmiyormuş gibi ölüleri de kandırmaktadır Yakup. Sabır küpü Yakup. Okkalı bir tükürüğü “kaşlarını” arasında hisseder, belli ki binanın içine yağmur yağmış, damlaları tükürük sanmıştır Yakup, yoksa hissi nereden gelecek. Yani şöyle geneline bir bakıyorum, bir şeyler oluyor ama olan her şey de ilgimi çekmiyor benim, bu Yakup’un mezar soygunculuğunda numara yok, mezar soygunculuğunun anlatımında numara yok, öyle dümdüz bir anlatı var sadece. Öykü mü öykü ama bu da kesmeyiversin artık. Kafa cortlatanıyla karşılaşalım. Bizde az ne yazık ki.
Cevap yaz