Pacheco’nun öyküleri de diğer öyküleri gibi öykü diyeceğim çünkü hatırlamıyorum diğer kitabındaki öyküleri, bakmam lazım. Baktım, hatırladım, öykü değil de anlatı, Meksika’nın sefalet içinde yaşayan çocuklarının anlatısı. Alayına “Türk” denen Ortadoğulu çocuklar, hızla sanayileşen ülkenin ezdiği işçi sınıfı, bir de yolsuzluklar tabii, Pacheco bu kitabındaki öykülerden birinde iç savaşların bitmek bilmediği zamanları anlatırken şöyle bir değinip geçiyor ama çevirmen razı gelmemiş olayları bilmeyen okurun acı çekmesine, dipnotta açıklıyor pek çok detayı. “Boynu Vurulmuş Ay” efsaneyle katliamın iç içe geçtiği bol söylenceli bir öyküdür, baş düşmanının kafasını kesip komutanına getiren adamın aşırıya kaçmasının ardında yer alan efsaneden anladığımız kadarıyla “Ay’ın başının olmadığı geceler” var, Ay annesini öldürmek istediği için erkek kardeşi tarafından başı vurulmuş, haliyle Meksika’nın durumuna cuk oturan bir efsane zira başı kesilenlerle baş kesenlerin bir zamanlar aynı cephelerde savaştığı nadirattan değil. Florencio nam askerin Devrim sırasında cephe değiştirdiğine dair hikâyeler anlatıyor yüksek rütbeli karakterlerden biri, adamın para uğruna sattığı insanların intikamının öyle veya böyle alındığını görüyoruz. Doğa olayları veya isyanlar, bir şekilde acıyı çıkarıyorlar, Florencio eskiden sahip olduğu koca malikanenin yıkıntıları arasında yaşlı bir adam olarak yaşamını sürdürüyor boynu vurulmadığı için. Ölmek daha onurlu bir son olurdu onun için. Pacheco’nun öykülerinde mutlak bir ilahî adaletten bahsedemeyiz ama zamanlamaya bakarsak sırf rast da söz konusu değil. “Yaz Bakiresi” bu bağlamda imza öykü, yazarın mizah anlayışını da olduğu gibi taşıyor. Kapkara komedi. Anselmo’nun anlattığı hikâyeyi dinliyoruz, muhatabı bilmiyoruz ama öykünün sonundan anlaşıldığına göre rahip olabilir, bürokrat olabilir zira Anselmo çevirdiği dalaverenin bir benzerini tekrar hayata geçirmek istediğini söylüyor, yetkili bir abi var karşısında. Yazmış o zamanlar, toprağın üzerindeki mısırlar sıcaktan kırılmak üzereymiş, öylesi yangın yeri. O sıralar Aurorita gökyüzünde Meryem’i görmüş, kocasına koşmuş, Lorenzo hemen çevre sakinlerine haber vermiş ki mucizeye tanık olsunlar. Anselmo olayı tam anlamamış ama aylardır dua ediyormuş insanlar, Meryem’in rahmeti üzerlerine yağacak diye akıllarını kaybetmişler adeta. Anselmo’nun oraya gelişi firardan, kumar oynadığı polis şefine bıçağı takıvermiş de beynini dağıtacak mermiden kurtulmuş, sonra dere tepe düz gidip Meryem’in köyüne varmış. Zamanında zangoçluk yaptığı için Latince kutince duaları biliyormuş, üstelik insanların nasıl tokatlanacağını da biliyormuş, Peder Guerra bir yerlerde görünen İsa’nın, Meryem’in, Tanrı’nın falan osuruktan olduğunu söylemiş, öyle şeylere inananlar aptalmış zira işi gücü mü yokmuş o varlıkların da görüneceklermiş. Sonuçta köy zaten sağılmış ama dışarıdan gelen, Meryem’i duyup da işini gücünü bırakan çok insan var, yolunmayı bekliyorlar. Lorenzo kasasını dolduruyor, Anselmo arada sırada dua okuyor ve ceplerini dolduruyor, arada da Aurorita’yla yatıyor, mevzu tamam. Lorenzo’nun bir odunu yontarak yaptığı Meryem heykeline borçlular aslında, biliyorlar, görüntü olmadıktan sonra inanılacak hiçbir şey yok. Anselmo üzülüyor hatta, ziyaretçilerin resimlerini çizebilse, Meryem’le şöyle yan yana oturtsa gelenleri, paraya para demeyecek ama yine iyi kırıyor parayı. Derken o muhteşem olay gerçekleşiyor, kimsenin yaz ortasında denk gelmediği yağmur heykelin boyalarını bir akıtıyor, şov sona eriyor, gerisi topuklama hikâyesi. Lorenzo kaçamıyor, linç. Aurorita sövüp sayıyor köylülere, tepeden bakıyor ama hemen indiriyorlar. Din tüccarlığı oralarda çok yaygın, kuraklığın ortasında inanılacak daha ucuz bir şey olmadığı için. Bunun dışında rant da dönüyor tabii, para kokan yere çökmek için bekleyen birileri mutlaka var: “‘Kaldı ki bu tip olaylar olduğunda tekrar eden şey yeniden oldu, üst makamlardan bilmem kim, Lorenzo’nun tüm mal varlığına ve çevredeki toprak sahiplerinin taze topraklarına el koydu. Sonra aynı toprakları yabancının tekine milyon dolarlar karşılığında sattı.’” (s. 89)
Toplumsal, ironi dozu yüksek öykülerin yanında taklalılar var, hangi türün daha başarılı olduğunu bilememekle birlikte For Life’ın çıkardığı smoothie ne bombastik bir meşrubat yahu, hıyarlısı da kırmızı pancarlısı da on numara. “Medeniyet ve Barbarlık” için söylenebilecek şeylerden birkaçı Vietnam’daki bombardımanın deri üzerindeki tahribatı, Jeronimo’nun başını çektiği Kızılderililerin yavaş yavaş yok olmaları ve ekrana bakan kişinin generalliği midir, savaşta ne gibi taktikleri uygulayacağını düşünmesi midir, bombalamaların öznesiyken televizyonda kendini nesne olarak görmesi midir, hıyarlının mı pancarlının mı daha iyi olduğunu düşünmem midir, elbet okura yer yoktur ama televizyonun zap zap gösterdiği gibi araya dereye pek çok şey sığışabileceği gibi okura da yer vardır sanıyorum, bir okur olarak kendimi metnin arasına deresine sıkıştırıyorum, helikopterler ağaçların arasına indikleri gibi havaya uçmuyorlarsa soluk benizlilerin dandik tüfekleri yüzündendir, şu kekre dünyada en sevdiğim tüfek makinelidir, generalin savaş taktikleri arasında bir diğer öyküye geçmek vardır ki adı “Jericho”, son öykü, H’nin şehirden çıkıp karınca kolonilerini yok etmesi, o sırada kendi şehrinin yok olmasıyla ilgilidir. Yahudilerin kaç şehri kuşatılmış da yok edilmiş, kazılarda keşiflerde mağaraların derinliklerinde ortaya çıkan metinlerin yok olmaktan kurtulması için kaç insan kendini feda etmiş, bunların hikâyesini Yahudi tarihleri yazıyor ama koloniyi komple yok eden H’nin başına geleni bir Pacheco yazıyor, minnak öykü. “Anlayamazsın”ı Keret’in bir öyküsüyle kardeş saydım, İsrail askerinin karşısına dikilen Filistinlinin öyküsü. Gerilimi, atmosferi benzer. Kızıyla parkta gezintiye çıkan babanın ebeveynlik imtihanı diyebiliriz, bir de “öteki”ne bakışta anlayış, empati öne çıkıyor. Kızla bir iki sohbet önce, cin diye bir şey var mı, cadı var mı, televizyonda varsa gerçek değil mi yani, tam şekillenme çağında bir zihinle uğraşıyor baba. O sıra on kişinin patakladığı bir Siyah çıkıyor karşılarına, kız durmalarını söylemesini istiyor babasından ama kızını koruması lazım adamın, bayılıncaya kadar dayak yemek istemiyor. Yine de bir iki bağırıyor, gençler umursamıyor ama şans, kısa süre sonra kaçıyorlar. Kıza göre dövülen çocuk iyi olan, baba kesin bir cevap vermeyince kız yine şaşırıyor, o da mı kötüydü, hayır, diğerleri kötüydü çünkü yaptıkları doğru değildi. Küçük çatlaklar, muğlaklıklar, Siyahlara karşı belirgin bir beyanı yok babanın. Rastladığı polise olayı anlatıyor, yarım kulak dinleyen polis öyle şeylerin sıklıkla yaşandığını, beyaz çetelerin ötekileri parktan geçirmediklerini söylüyor. Şaşıyor baba, parktan geçmeye herkesin hakkı yok mu, polis daha da şaşırıyor çünkü o mahallede baba gibi konuşup da Siyahları evine sokmayan, barlarında oturmalarına izin vermeyen bir yığın insan varmış. Babanın düşünceleri belirsiz, kız zaten anlamıyor olanları, sorduğunda babası anlatmıyor, anlayamayacağını söylüyor. Kendi anlayamaması oysa, kendi kafa karışıklığı, kendi çelişkileri tamamen.
“Acheron”la bitireyim, en sevdiğim türden bir öykü. Nereye gideceği belirsiz, odağı belirsiz, bulanık. Önce tasvirler: yağmur kesilmiş, saat beş, ıslak ışığın altında bir gün. Orta yaşlı çiftler, dört küçük çocuklu baba. Kız giriyor kafeye, limonata istiyor, garson getiriyor. Falan filan, sonra genç bir adam geliyor, kafenin dış mekânına oturuyor, etrafına bakarken kızla göz göze geliyor. Bir süre bakışıyorlar, adam kızın ne yazdığını merak ediyor. Öykü, şiir? Kız gerilir en sonunda, defterinin sayfalarından birini koparıp bir şeyler yazar, garsona verir. Garson okur kâğıdı, gerilir, sinirlenir, haykırmaya başlar, kafayı yemiştir adeta. Adam donar, kız suçluymuş gibi uzar mekândan. Nedir, ne oldu, muamma.
Dört dörtlük öyküler.
Cevap yaz