Karakter odaklı, bol vurdulu kırdılı polisiyelerin okuru etkileme yolu ikidir: katakullinin ağırlığıyla plansızlığın rastgeleliği. Mekânı basarlar, çat, kafaya odunu yedikleri gibi el kol bağlı uyanırlar, kurtulabilirlerse pek âlâ ki kurtulurlar, burunları kırarlar, topuklara sıkarlar. Hani plan yok değildir ama o kadar sarsaktır ki uygulanamaz, yarısında emprovizasyon girer devreye, karakterlerimiz silahları veya sopaları çekiverirler. Çat, çut, pua! Vasilis Danellis’in spektaküler polisiyesi Ölü Saatler’le aynı meşrepten bu metin, hatta esas oğlanların akrabalığı kafa karıştırıcı. Nedir, ikisi de alkoliktir, canavar gibi içerlerler, arada sırada bırakırlar içmeyi ama şişeyi görmeyiversinler, çok dayanamazlar. İkisi de işlerinde iyidirler, olabilecek en iyi pusuyu kurup hacamat ederler insanları, iz bırakmazlar. Ken Bruen’ın Jack’i eski polis, Danellis’in elemanının işini gücünü bilmiyoruz ama ince eleyip sık tutuyor, eski polis veya askerdir. İkisi de pratik zekâlı, lafı gediğine koyan, sosyal ilişkilerinde yerine göre duyarlı, genellikle dallamalık yapan insanlar, yaşamdan bıktıkları ve yaşamaya devam etmek zorunda oldukları için sinikler biraz. En önemlisi de kitap kurdu olmaları, eleman sürekli polisiye okuyup yaşamını o polisiyelerden kurmaya çalışıyor, Jack’se çocukluğundan itibaren Wordsworth’tür, Keats’tir, Nick Hornby’dir, tarihin uçlarından çekip çıkarıyor sanatçıları, canavar gibi okuyor. Liste yapıyor mesela, Hornby’nin bu liste yapma işini meşhur ettiğini söylüyor. Mezarlıklarda dolandığı zaman aklına yeşil ölümün şairleri geliyor tabii, dizeleri hatırlıyor, teselliyi imgelerde bulduğu için. Çocukken dedik, babası gayet mülayim bir insanmış, deli gibi okurmuş. Sıradan bir memur, eşinin estirdiği terörden kaçıp kitaplara sığınırmış, ölümünden bir süre sonra tanıdıklardan biri tam bir kitap kurdu olduğunu söylemiş Jack’e. Babası gibi sünepe olmak istemiyor, olmamış Jack ama adamın gösterdiği sevgiyi mutlulukla anımsıyor, ilişkilerinde başarısız olduğu kısım bu sevgiden nasibini almamışçasına hareket etmesi. Kırık nerede diye düşünürsek anneden başka sebep yok, İrlanda annesi. Durmadan konuşur, yakınır, bağırır, kiliseden çıkmaz, Kuzey’i boklar, rahiplere rockstar muamelesi yapar, oğlunu sevdiğini söylemez, oğlunun hiçbir işini beğenmez. Yalnız yaşamaya mahkum olur haliyle, Jack annesini zerre sevmediği gibi ziyaretine de hiç gitmez. Alkol yüzünden dümensiz kaldığı gece hariç. Küfelik olmuştur, bir noktadan sonra beyni kaydetmeyi bırakır ki ilk değildir, ilkinde iki adamdan sopa yerken uyanır, burnuyla parmaklarını kırar adamlar, sonradan çıkar ortaya ne işler döndüğü. İkinci gece yine içip içip kontrolü kaybeder, üç gün sonra kendine geldiğinde annesinin evinde bulur kendini. Ders vermeye çalışan rahibe çatar, annesine giydirir, sonra işine gücüne, çözülecek cinayetin ipuçlarını aramaya döner. Bir de arkadaşlarının mezarlarını ziyarete gittiğinde karşılaşacaktır annesiyle, hiç ummadığı yerde. Eşinin mezarının başında diz çökmüştür anne, oğluna yargılarını değiştirmesini söyler ama Jack babasının ölümünden kısmen sorumlu tuttuğu annesini affetmeye yanaşmaz. Ara renkler kaybolmuştur zamanla, kütüphaneye kapanıp kitap okuyan çocuk polis kolejine girince kütüphaneci hayal kırıklığına uğrar zira sevdiği, iyi yerlere gelmesini istediği okurlardan birini kaybetmiştir artık, gerçekten de şirazesi kayar Jack’in ve şahit oldukları yüzünden sertleşir, siyah veya beyazdır artık insanlar. Kaya gibi bir tutum gelişince merhamet ortadan kaybolur, başı derde sokmak daha kolaydır artık. İlk bölümde görüyoruz, ırkçılık yapan eğitmen, alkol ve diğer etkenler Jack’in nihayet Muhafızlar’dan, Garda Siochana’dan atılmasına yol açar ki zordur gölge polisliğinden atılmak, rezillik çıkarmadıkça şutlamazlar ama dünya değişmiştir artık, rehabilitasyon merkezleri vardır, alkolik memurlara iyi gözle bakılmaz. Irkçılıkla ilgili hoş bir bölüm var, Bruen araya dereye sıkıştırıyor böyle şeyleri, mesela bir muhabbette her yanı Afrikalı veya Asyalı yabancıların ele geçirmesinden şikayet edilir ama 50’lerin bembeyaz kafalı dazlaklarından daha iyidir bu yabancılar, o dönemin insanları gibi toptan arıza değildirler en azından. Neyse, zurnanın zort dediği yer: ortağı Clancy’yle birlikte devriyeye çıkan Jack deli gibi hızlı giden resmî plakalı bir aracı durdurur, üst düzey politikacı Jack’e çıkışır, ertesi gün sokaklarda sürüneceğini söyler. Jack gayet sakin, adamın suratına yumruğu geçirir. Çok matrak, hani bir parça mantık kırısı arıyoruz en başta ama o yumruk hikâyenin geri kalanında neler olacağını gösteriyor az çok. Özel dedektif olarak çalışmaya başlar Jack bir süre sonra, Sean’ın barında müdavimliği sürdürür. Galler’in Ruhu Ejderha‘nın atmosferi. Merkezin dışında yaşayan insanların bezginliği bariz, sürüklendikleri yerde donup kalmışlar, umudun ne olduğunu bilmiyorlar. Mutluluğun ne olduğunu da bilmiyorlar, anlık da olsa huzur bulmaları yeter. İşini bilenler Clancy gibi yükselirler, bilmeyenler şarapçı dost gibi sokakları boylarlar, başka seçenek yoktur. Şarapçıyla muhabbet hayatın dan dunluğunu hatırlatır Jack’e, adamı bu yüzden sever ve başına iş geldiğinde hastanede ziyaret eder ama kısa süre sonra ölür şarapçı, mezarlıkta bir tümsek daha. Sean’ın ölümü en acısı, adam olabilecek en ideal bar sahibidir, kimsenin işine burnunu sokmaz, sadece bir şey sorulduğunda konuşur. Jack’in alkol bağımlılığından rahatsızdır, adamımız rehabilitasyondan tertemiz çıkınca kahvesini keyifle önüne sürer Sean, umutsuzdur ama Jack’in başarabileceğini düşünür. İşler her zaman tepetaklaktır ama iyice raydan çıktığında, Jack tekrar içkiye yumulunca terso yapar, bir kovmadığı kalır adamı, kısa süre sonra da öldürülür. Kimin öldürdüğü tesadüf eseri ortaya çıkıyor, Jack öfkeden kafayı yiyip arkadaşı Sutton’ın yaptığı gibi sınırsız şiddet kullanmak istiyor en sonunda, bu kısımlar sürprizi bozacağı için cort. Dehşete düştüğümüz oluyor, mesela şarapçılara musallat olan serserilerden haberdar olunca işe koyuluyor Sutton, birini sağlam benzetip döküyor üzerine benzini, ardından bir kibrit çakımı, kızartıyor adamı. Jack’in sınırları var, böyle şeylere iştirak etmese de Ann’in kızı Sarah’nın intiharını araştırırken sınırı kolaylıkla aşabilir hale geliyor. Eh, asıl hikâye dandik ama Jack’in kasırgalı tufanlı hayatından hikâyeye yer kalmıyor zaten.
Ann duymuş namını, Jack’in yanına gelip kızının intiharından bahsediyor. Kendini öldürecek bir kız değilmiş Sarah, altından başka bir şey çıkacak muhtemelen de güvenecek kimse yok, Jack’in işinin ehli olduğunu duyunca hemen gelmiş Ann. Sevgili olmaları tırto, Ann’in ilk içki vakasında tekmeyi basması, Jack’in aşk acısı çekmesi de tırto ama karikatürize karakter şanındandır bu işin, Jack tam bir çizgi kahraman gibi dolanıyor ortalıkta. Sarah’nın ölümünü araştırırken kızın çalıştığı mağazaya gidiyor, mağaza sahibiyle Clancy’nin golf arkadaşı olduğunu öğreniyor derken eski dostları dahil oluyor hikâyeye, Jack’in işi yaş. Sopa yiyor bir güzel, çıktığında Sutton’la birlikte mağaza sahibini kıstırıyorlar, Clancy’yi kıstıramıyorlar çünkü adam üst mevkilere erişmiş, üç beş adam yollasa kafasını kırdırır Jack’in. O kadar uzun süre yaşaması zaten mucize, gerçi dayak atanlardan biri Jack’in eski bir muhafız olduğunu öğrenip meseleye dahil olunca basın da karışıyor işe, haberler yayılıyor, mağazada çalışan çoğu kızın intihar ettiği çıkıyor ortaya. Şüpheler, sırlar, bir dünya tatava. Silah kullanıyor mu Jack, sanırım hiç ateş etmiyor, yumruk ve sopayla hallediyor işini. Bir de kanala fırlatma var, yüzme bilmeyenler için ölümcüldür. Aslında bu romandaki herkes ölümcüldür, kimin kime sopa çekeceği belli olmaz. Kaotik polisiye, en sevdiğim. Kırmızı Kedi’nin ilk bastığı kitap olabilir bu, iyi başlangıç.
Cevap yaz