İyi biçim, korkunçluk derecesinde kötü bir anlatım, iyi hikâye, toplamı İletişim’in ortalamasından yukarıda. Atölyelerden devşirilmeyen metinlere de yer verirlerse ortalamayı yükseltebilirler, o zaman bu metin vasatlıktan vasat altına doğru son sürat ilerler ama olsun, memleket kazanır. Bu kitabı okunur kılan tek bir bölüm var, yani şimdi fark ettim de, bölümlere “Amnesia”, “Dementia” şeklinde sürüp giden isimler koymak kimin aklına geldi acaba, karakterin veya karakterlerin patolojilerini bu kadar öne çıkarmak neye yaradı bilmem, o tür bir okuma yapmadığım için hiçbir halta yaramadı bana göre. Neyse, “Insomnia” bölümü bir iki dokunuşla hoş bir öyküye dönüşürmüş, şu haliyle Mümtaz’ın vagonetle çıktığı serüven parası olarak çok matrak. Korkunçluğa örnek vereyim, vagonetin ne olduğunu Mümtaz üzerine çıkana kadar bilmiyoruz, çıkınca da bilmeyebiliriz, normaldir, hikâye ilerledikçe diyaloglar kurulur da öğreniriz o akışta: görmüşüzdür, bir platform üzerine çıkan iki kişi önlerindeki tutamaçları aşağı indirirler gırç gırç diye, tekerlekli küçücük bir vasıtadır o, raylar üzerinde tıy tıy gider. Şimdi düşünüyorum, bu kadar girdisiz çıktısız bir şekilde anlatılan vagonetin yanında o bilgi topakları nedir, Mümtaz’ın işini gücünü izlerken neden demiryollarıyla ilgili bir dünya malumatın altında kalırız, Mücella’nın sesindeki o işveli bilmem neli tonun uzun uzun nitelenmesini ne yapabiliriz, yani hikâye anlatımında budama yapılmamışsa dala dikene takılacağımız besbelliyken neden iyi örneğe bakılarak çıkarsanamaz duruluk, tefrika değil ki bu doldur allah doldur yapılsın? Hantal anlatı, hareket edemiyor, boğuyor da. Ferit’in bölümleri iyi, Mümtaz’ın macerası hoş, geri kalanı dertli. Berent’in demiryollarıyla bağı çok derin, sağ olsun istifade ettim İzmir’in demiryollarıyla ilgili bilgilerden de kurmacanın içinde lastik topun pörtlemesi resmen o kadarı. Hikâyeye geleyim, kronolojik değildir, farklı zaman çizgilerinde ilerler, her karakterin bir çizgisi olduğunu söyleyebiliriz. 1800’lerden 1990’lara kadar gelir mevzu, aslı Mümtaz’ın etrafında dönse de -ikinci takla da bu Mümtaz’ın öyle mi böyle mi olduğuna dairdir, yani gerçekten deli miydi yoksa delirtildi mi, ikinci eşiyle evliliğinde tongaya düştü mü düşmedi mi, hemen her karakterde hikâyesinin farklı bir bölümünü görürüz Mümtaz’ın, peşin hükümlülüğün ne kadar kötü bir şey olduğunu kafamıza çakar adeta, yazarını hatırlamıyorum da babasının ne kadar kalleş bir insan olduğunu dinleyerek büyüyen öğretmen bir kızın çok sonra babasının mektubunu okuduğunda aslında yanlış kanılara kapıldığını anladığı romandaki gibi, Reşat Nuri Güntekin’in romanı falan olabilir, bu yan cümleleri burada bitirip saygılar sunuyorum- Ege’deki demiryollarının ilk inşasından 1990’lardaki bulvar açmacalarda demiryollarının sökülmesine dek görürüz tarihi, kentleşmenin sildiği kolektif hafızayı yitirmek istemeyenlerin çabalarını görmek duygulandırıcı olsa da didaktizm ciğer deşici boyuttadır bazı. Betimleme şov da öyle. Tek bir iyi yanı var, Mümtaz’ın 1960’larda gördüğü güzel manzarayı 1990’larda Caner’in görmesi bazı şeylerin değişmeyeceğini, doğanın sık sık uyanacağını, betonun hükümranlığının sınırlarının olduğunu gösterir. Gerisi aşırılıktır, uzundur, sıkar. Koku bahsi bitmez bir türlü, yağmurla kömür kokusunun karışımı, ıslak tahta ile rayların kokusunun karışımı, bilmem nelerin karışımı Mümtaz’ın ciğerlerine dolunca havaya uçmamıza ramak kalır. Neyse, Alsancak Garı’nda güzel bir gün, romanesk falan, anlatıcı daha baştan duyuruyor kendi sesini zira ilk bölümdeki hiçbir karakter anlamaz romaneskten kumaneskten, bu durumda yük iyice anlatıcıya biniyor çünkü dengeyi tutturmak zorunda, söyledikleriyle anlattığı karakterlerin bilişsel yetileri arasında kopukluk olursa fatura kendisine kesilecek ki çoktan kestim, korkunçluk derecesinde kötü. Mümtaz yaşlıca bir makinist, yanında Ahmet var ateşçi, birlikte sefere çıkacaklar. Manevracı “bir yılan kıvraklığında” aşağıya eğilerek bağlayacak vagonları, böyle edebî ataklar da geçiriyor anlatı ne yazık ki. Lokomotif geliyor ama numarası 44082, Mümtaz’ın yıllardır kullandığı 44062 değil, neden? Bilmiyor Mümtaz, tam soracak, arkasından gelen eski kayınbiraderinin iğnelemelerine maruz kalıyor. İlk eşinden boşanmış Mümtaz, ikincisiyle evlenince hemen çocuğu olmuş, bir de ev almış daha yeni, mutluluktan havalara uçuyor ama Muhsin kılçık atıyor ortaya, tartışıyorlar, sonra lokomotife biniyor Mümtaz. İlginç bir şekilde unutuyor meseleyi, aslında unutması mümkün değil zira yol boyunca arıza çıkarıyor alet, mekanizmalar çalışmıyor, kaza tehlikesi geçiriyorlar derken sefer sonuçlanınca savunmaları alınıyor tabii, büyük tehlike atlattılar. Mümtaz bakıyor, lokomotif pas içinde, oysa gözü gibi bakardı. Bu olay o kadar büyük ki o an çözülmemesi büyük mantıksızlık, Ahmet’in dediğine göre evlendikten sonra alete bakmayı bırakmış Mümtaz, o yüzden öyle komut dinlemiyor ve kir içinde. Eh, çok zorlama bir falso ama Mümtaz’ın o gün masa başı işe geçeceğini, çıktığı seferin aslında son seferi olduğunu unutmasını düşününce, hadi yiyelim bari. Şunu yiyemiyorum ama: Muhsin bir iki şamar yiyince sinirleniyor, o seferin Mümtaz’ın çıkacağı son sefer olduğunu söylüyor. Sonradan düşünüyor Mümtaz, aslında gerçekten son seferi olduğu için öyle söylemiş Muhsin, aralarında geçen tartışmanın bağlamından kopukluğun hiçbir önemi yokmuşçasına. Daha da beteri var, sürprizin bozulmasını istemeyenler bir sonraki paragrafa geçebilirler: Yıllar sonra hikâyeyi dinleyen bir karakter var, olaydan haberdar olan bir demiryolu çalışanının anlattığına göre Ahmet şerefsizlik yapmış, numara değiştirme olayı başta olmak üzere bütün arızaları planlayan Muhsin’in lafına uyup Mümtaz’ı zor durumda bırakmış, üstelik Mümtaz tekrar makinistliğe dönmek istediğinde olay günü adamın alkollü olduğunu söylemiş görüşünde. Saçmalık şurada ki bu Ahmet dallaması makinistlik eğitimi alıyor o sıra, anladığımız üzere makinist olmak dışında hayattan bir beklentisi yok, yaşamına da önem veriyor tabii, bütün bunlara rağmen neden ölümcül kazalara yol açabilecek bir lokomotifle yola çıkmayı kabul ediyor? Ölmezse de en ufak bir yanlışında yakarlar eğitimini, Muhsin o kadar da kudretli bir adam olmadığına göre laf da anlatamaz tepedekilere? Tutarsızlıklar zayıflatıyor hikâyeyi, iyi düşünülmemiş çoğu detay.
Diğer karakterlere, diğer arızalara bakalım. Kör göze parmak meseleler var, misal bu Muhsin’in bir anda Özalcı kesilmesi neydi, Cumhuriyet’le birlikte işçilerin ezilmeye devam ettiğini, hiçbir haltın değişmediğini söyleyen karakter neden celallendi de yığdı bunları ansızın, en beteri de Mücella’nın İHL konusunda para saçması, sıkı bir Müslüman gibi davranması, kılık değiştirmesi nedir? Bunlar hikâyeden fırlayan noktaları, tutmaya çalışınca ele batıyor, eleştiriler iyi de kafaya falan gelir, hiç yoktan iş. Caner’de pek bir sorun yok, bu genç arkadaş Mümtaz’ı lokomotifine bindiren son iyiliksever adamlardan biri, kafayı iyice kıran yaşlı adama tekrar o heyecanı yaşatıyor. Mücella’yla ilişkisi sayesinde öğreniyor Mümtaz’ın kadından neler çektiğini, yani karakterlerin yaşadıkları mesken o kadar da büyük olmadığı için böyle konuların dedikodu fırtınası halinde yayılacağını düşünüyorum, bu adam nasıl duymamış Mücella’nın katakulliye getirişini, sonra kılık değiştirip bilmem nerede yaşadığını? Vasili var, zamanında Mümtaz’a anlatmış o yolların ilk nasıl döşendiğini, memleketinden kovulup Atina’ya gittiğini falan. Ferit tam bir demiryolu hastası, eski rayları bulmaya çalışırken dedektif gibi dolanıyor da kafayı iyice kıran Mümtaz’a rastlıyor, ayrı macera. En iyisi yine Mümtaz’ın vagonetle son bir vals yaptığı bölüm, tek başına okunsa yeterli aslında. Bilemedim, denk gelen okusun diyeceğim ama demeyeceğim. Hah, trenleri çok sevenler okusun. Oldu şimdi.
Cevap yaz